Çağdaş fiziksel kozmoloji ile teoloji arasındaki etkileşimi araştırmak ve bu iki alanı birbirine bağlamak için felsefi bir köprü kurulabileceğini, böylece her iki tarafın da diğerinin iddiaları, keşifleri ve sonuçlarıyla etkileşime girebileceğini öne sürmek istiyorum. Teolojinin amacı, çağdaş kozmoloji ışığında Tanrı ve doğa hakkındaki temel inançlarının yaratıcı bir şekilde yeniden düşünülmesini geliştirmek ve bilim alanındaki iddialarını test etmek; bilimin amacıysa, teorik araştırmayı şekillendiren, ancak tarihsel ve entelektüel kökleri genellikle felsefe ve teoloji alanlarında bulunan örtük varsayımlar için yeni seçenekleri gün ışığına çıkarmak, eleştirel olarak incelemek ve önermek olacaktır. Bunlardan ikincisiyle uğraşmayacağım, birincisinde ise sadece şu anda teolojik araştırmalar açısından araştırılmakta olan bazı sonuçları öne sürebilirim. Bunu yapmak için Büyük Patlama (Big Bang) kozmolojisindeki “ilk tekilliğin” (initial singularity)teolojik neticelerini ve Antropik İlkenin (Anthropic Principle) teolojik önemini içeren iki örnek olay seçtim. Örnek olay incelemelerine geçmeden önce, çağdaş kozmolojinin kısa bir özeti ve yaratılış doktrinine kısa bir bakışla başlayacağım.
Çağdaş Kozmolojinin Şekli
Çağdaş kozmolojiyi anlamak için Albert Einstein’ın öncü çalışmasıyla başlamamız gerekir. 1905’te Einstein, özel görelilik teorisini (special theory of relativity) yayınlayarak uzay ve zaman hakkındaki görüşlerimizi sonsuza dek değiştirdi. Burada, zaman içinde hareket eden üç boyutlu nesnelerden oluşan dünya algımızın, sanki tekdüze bir şekilde tik tak eden bir saatle ölçülmüş gibi, dünyanın gerçek yapısına en iyi ihtimalle bir yaklaşım olduğu gösterilmiştir: Nesnelerin hem uzamı hemde süresi olduğu ve göreli hareket halindeki gözlemcilerin, nesneleri uzunluk olarak daralmış ve olayları zaman içinde genişlemiş olarak gördükleri çapraz dünya-çizgilerinden (worldline[1]) oluşan dört boyutlu bir uzay-zaman.
Sonra, on yıllık yoğun bir çalışmanın ardından Einstein, yer çekimi teorisi olan genel görelilik teorisini (the general theory of relativity) üretti. Einstein’a göre, yer çekimi uzay-zamanın bir eğriliği olarak kendini gösterir ve bu eğrilik de parçacıkların uzay-zaman “hiper-yüzeyi” boyunca hareketini belirler. Yer çekimi, bir bütün olarak evrenin nasıl geliştiğini belirlediğinden, bu teoriyle bilim insanları kozmolojik ölçeklerde önemli tek temel güç olan evrenin büyük ölçekli yapısını ve evrimini incelemeye başlayabilmişlerdir.
Bilim insanları, Einstein’ın teorisini uzak galaksiler hakkında yeni keşfedilen verilerle karşılaştırarak, kısa sürede yüzyılımızın en şaşırtıcı keşfini yaptılar: Evren genişliyor. Einstein’ın teorisine dayanan basit “Büyük Patlama” modellerine göre, evren yaklaşık 15 milyar yıl önce sonsuz yoğunluk, sonsuz sıcaklık ve esasen sıfır boyutta başlamıştır. Görünen o ki, gerçek evren için hangi modelin geçerli olduğuna bağlı olarak evrenin şekli ve geleceği için üç olasılık bulunmaktadır. Evrenimiz “kapalı” ise, zaman içinde genişleyen üç boyutlu bir küre gibidir; sonlu bir boyutu vardır ve maksimum bir boyuta ulaşana dek genişleyip soğuyacak, sonra yeniden büzülecek ve belki de 100 milyar yıl sonra sonlu sıcaklıklardaki nihai bir “çatlak”ta yeniden ısınacak. Eğer evren “açık” ise, zaman içinde genişleyen üç boyutlu bir semer gibidir; sonsuz bir boyutu vardır ve sonsuza kadar genişleyecek, kaçınılmaz olarak mutlak sıfıra doğru soğuyacaktır. Son olarak, üç-küre ve üç-semer arasındaki sınır durumu vardır: sonsuza kadar genişleyen ve soğuyan düz, sonsuz, açık bir evren. Gökbilimciler, içinde yaşadığımız evreni en iyi kapalı modelin mi, açık modelin mi yoksa düz modelin mi açıkladığı konusunda hâlâ kararsızdır. Bununla birlikte, mevcut kanıtlar düz modeli destekliyor gibi görünmektedir – sonsuza kadar genişleyip soğuyacak ve evrensel karanlıkta sona erecek sonsuz büyüklükte bir evren.
Yine de, tüm bu modellerin şaşırtıcı özelliği, evrenimizin yalnızca sınırlı bir süre boyunca var olmasıdır. Yaklaşık 15-20 milyar yıl önce, evren bir “tekillikten” (singularity) “ortaya çıktı” – bu standart genel görelilik ile tam olarak tanımlanamayan bir olaydır. O halde bu ilk tekillikten ne anlamalıyız? Bir yandan, bu durum evrenin gerçekten de bilim tarafından bir şekilde tam olarak açıklanamayan bir olaydan ortaya çıktığını ve böylelikle felsefi ve teolojik konuları bilimin açıklama kabiliyetinin ötesine taşıdığını gösterebilir. Öte yandan, t = 0’da (evrenin boyutunun sıfır olduğu “kozmolojik zamanın başlangıcı”) karşılaşılan problemler, doğanın kendisinden ziyade Einstein’ın yer çekimi teorisiyle ilgili olabilir.
Bilim insanları, ilk tekillikten bağımsız olabilecek alternatif kozmolojiler inşa ederek bu soruları yanıtlamaya çalışmışlardır. Fred Hoyle ve meslektaşlarının “kararlı durum” (“steady state”) kozmolojisi, evreni ezeli olarak kadim ve sonsuza kadar genişleyen bir şekilde tasvir etmiş, ancak bu teori gözlemsel problemlerle karşılaşmış ve o zamandan beri terk edilmiştir. Daha yakın zamanlarda, Alan Guth ve diğerleri, evrenin varlığının ilk anlarında son derece hızlı bir şekilde genişlediği modeller geliştirmişlerdir. Bu “enflasyonist” modeller, standart Büyük Patlama modelinin ortaya çıkardığı diğer sorunları çözmüştür, ancak yine de “t = 0” problemini nispeten dokunmadan bırakırlar.
Ancak şimdi, “kuantum yer çekimi”ne (quantum gravity) dayalı öneriler, bu problemin etrafında bazı olası yollar göstermeye başlamaktadır. Kuantum yer çekimi, yer çekimi kuvvetini kuantum fiziği, atomik ve atom-altı süreçlerin fiziği açısından ele almaya çalışmaktadır. Uzak geçmişinde evrenin atom büyüklüğünde olması gerektiği gerçeğinden dolayı, bu tam olarak evreni incelemek için uygun bir araçtır.
Kuantum yer çekimi yaklaşımından ortaya çıkan bir öneri, evrenimizin çökmekte olan önceki bir evrenden “sıçradığı” yönündedir. Bu teori, evrenimizin geçmişini “t = 0”da sıfır boyutuna geri yansıtmak yerine, evrenin sonsuz yaşta olduğunu ve sonsuza dek çöküşten genişlemeye ve oradan da tekrar çöküşe doğru salındığını tasavvur eder. J. B. Hartle ve S. Hawking, kuantum yer çekimine dayanan farklı bir öneride bulunmuşlardır. “Evrenin kuantum yaratımı” olarak adlandırılan yaklaşımlarında, evrenin sonlu bir geçmişi vardır, ancak başlangıcı yoktur, yani t = 0’da tekillik bulunmamaktadır.
Başlangıç noktası olmayan sonlu bir geçmiş fikri için çok kaba benzetmeler düşünülebilir. Bir inç uzunluğundaki bir ip parçasının uzunluğu sonludur ve uçları ile sınırlandırılmıştır. Çevresi bir inç olan bir dairenin uzunluğu sonludur, ancak sınırsızdır: uçları yoktur. Hawking’in modeline biraz daha yakın olan, x = 0 ve x = 1 arasındaki ancak x = 0 ve x = 1 (yani, doğru parçası 0
Kabul etmek gerekir ki, kuantum yer çekimine dayalı öneriler oldukça spekülatiftir – bu aşamada gerçekten teori değil, öneri konumundadırlar. Yine de, bunlar kozmolojinin gizemi duygusunun çoğunu yakalamaktadırlar ve özellikle Hawking’in çalışması, ZamanınKısaTarihi’nin yayınlanmasının ardından geniş çapta tartışılmışlardır. Onun ve diğer kozmologların çalışmalarının bilimsel sonuçlarını beklerken, hâlâ bu fikirleri felsefi ve teolojik olarak anlamlandırmaya çalışmakla karşı karşıyayız.
Yaratılış Doktrininin Yapısı
Yaratılış teolojileri, hem eski Yehovacı Aden (Eden) (Gen. 2:4b-25) hikayelerinde hem de tüm Kitâb-ı Mukaddes kozmolojisini içeren yüce Ruhbani (Priestly) versiyonunda bulunur (Gen. 1:1-2:4a). Ruhbani anlatısında kozmik boyutlarda bir felaket olan Tufanı takiben (Gen. 7:11), sadece insanlığı değil tüm yaşamı içeren yeni bir ahit yapılır (Gen. 9:9-17). Bu ahit peygamberlere yansıtılır (karş. Hosea 2: 16-23) ve “yeni bir sema ve yeni bir yeryüzü” (Isiah 66: 17-25) vizyonuna dâhil edilir. Gerçekten de, İsrail’i kurtaran Tanrı tarafından evrenin yaratılması, Proverbs 8’in çok dokunaklı bir şekilde ifade ettiği gibi, İbrani ahit [Tevrat, ç.n.] boyunca devam eden bir temadır.
Hristiyan Kutsal Yazılarında, Mesih, her şeyin kendisi aracılığıyla yapıldığı (John 1:1-3) ve eski yaratılışın kendisi aracılığıyla yitip gittiği (2 Cor. 5:17) Tanrı’nın Kelamı olarak görülür. Hz. İsa, doğadan alınan mesellerle öğretir ve Mesih olarak gücü, doğanın şifalarında ve mucizelerinde kanıtlanmıştır. Mesih’in dirilişi sadece insanlar için değil, acı içinde inleyen tüm mahlukat için önemlidir (Rom. 8:18-25). Son olarak, İsa’nın ikinci gelişi, peygamberlere vaat edildiği gibi “yeni bir sema ve yeni bir yeryüzü” meydana getirecektir (2 Peter 3:13; Rev. 21:1-4).
Kilisenin erken tarihi boyunca teologlar, Kitâb-ı Mukaddes’e ait, felsefi, teolojik ve ayinle ilgili araçları kullanarak iki yönlü bir yaratılış doktrini oluşturdular: creatio ex nihilo (yoktan yaratma) ve creatiocontinua (sürekli yaratma). Creatio ex nihilo, her şeyin radikal mümkünlüğünü/olumsallığını, tüm varlıkların varoluşlarının orijinal kaynağı olarak aşkın bir Tanrı’ya tam bağımlılığını temsil eder. Tanrı’nın yaratma eylemi tamamen özgürdür; madde, uzay, zaman ve hatta doğa yasaları, Tanrı’nın koşulsuz tercihiyle ortaya çıkar. Bu anlamda, “yoktan yaratma” aslında “daha önce hiçbir şeyden yaratılmamış” anlamına gelir. Creatio ex nihilo ayrıca Tanrı’nın evrene aşkın olduğunu ima eder; evren ne Tanrı’dır ne de Tanrı’nın varlığının bir parçasıdır. Yine de Tanrı’nın yaratışı olarak evren amaçsız değildir, güzellik ve anlamla doludur ve Tanrı’nın kurtarıcı sevgisiyle felaha erdirilir.
Daha derin felsefi ontolojik bağımlılık duygusuyla birlikte, yaratılış doktrini de bir tür dinî tarihsel kozmolojiyi zorunlu kılmıştır. Özellikle Tekvin/Genesis 1:1’in, kelimenin tam anlamıyla, geçmişte sonlu bir zamanda evrenin yaratılışına atıfta bulunduğu kabul edilmektedir. Örneğin Aziz Thomas, felsefenin evrenin mümkünlüğünü/olumsallığını gösterebileceğini ancak yaşını gösteremeyeceğini savunmuştur; ona göre Hristiyanlar evrenin yaşının sonlu olduğunu ancak vahiy yoluyla bilebilirler. Öte yandan, Langdon Gilkey, Paul Tillich ve Karl Barth da dâhil olmak üzere birçok yirminci yüzyıl teologu, yalnızca inanç ve bilim iddiaları arasında keskin bir ayrım yapmakla kalmamış (sözde iki-dünya yaklaşımı), fakat aynı zamanda İncil’e dayalı veya başka türden herhangi bir kozmolojiden bağımsız bir teolojiyi savunmuştur. Ne var ki, benim görüşüme göre, yaratılışın felsefi bir yorumu ile felsefi iddiaların doğruluğunun ölçülebileceği ampirik bir bağlam arasındaki yaratıcı bir ilişkiyi yeniden keşfetmek, yerine getirilmesi gereken teolojik bir meydan okumadır.
Creatio continua doktrini içinde Hristiyan teologlar, Tanrı’nın dünyadaki tek yaratıcı eyleminin statik, determinist bir evrenin başlangıcında yer aldığı bir deizmi veya hatta hâlâ tüm evreni tek ve modüle edilmemiş bir yaratıcı eylem olarak gören daha sofistike bir yaratılış teolojisini reddederek, Tanrı’nın evrendeki devam eden eylemini öne çıkarmışlardır. Tanrı, evrene içkin olarak, şimdi ve gelecekte evreni yaratmak ve sürdürmek için sürekli olarak fiilde bulunmaktadır. Ne gerçeklik tamamlanmış olarak görülür ne de gelecek tamamen öngörülebilir olarak görülür; daha ziyade evren bir meydana geliş, bir oluş süreci içindedir ve gelecek Tanrı’nın özel, kurtarıcı ve dönüştürücü eylemlerine açıktır. Böyle bir evren yeniliklerle doludur ve insanın seçimi geleceği şekillendirmede önemlidir, çünkü Tanrı hem doğa hem de tarih aracılığıyla hareket eder. Nihayetinde, Tanrı’nın sadakati, çağın sonunda tüm gerçekliği adil bir şekilde yerine getirecektir.
Creatio ex nihilo ve creatio continua, birlikte Yaratıcı Tanrı’nın tüm mahlukata hem aşkın hem de içkin olduğu şeklindeki merkezi teolojik kavrayışı yorumlamanın tamamlayıcı usullerini oluşturur.
Etkileşim Modeli
Mevcut bilim ışığında teolojik doktrini nasıl yeniden düşünmeli ve doğal felsefi ve teolojik unsurlar için bilimsel teorileri nasıl analiz etmeliyiz? Teologların bilimsel teorilere ve keşiflere yönelirken bir tür eleştirel ampirik teste veya çalışmalarının “onaylanmasına” açık olmaları gerektiğine inanıyorum. Bilim, bazılarının safça bekledikleri gibi, onların temel iddialarına ne kesin bir kanıt ne de çürütücü bir kanıt sunacak, ne de teolojik doktrin için -sonuçları kiliseyi sık sık rahatsız eden talihsiz bir strateji olan- bağımsız bir temel sunacaktır. Aksine, böyle bir açıklık, bilimin devam eden teolojik araştırma sürecini şekillendirmede, düzeltmede, kontrol etmede ve ilham vermede verimli bir rol oynamasına izin verecektir. Burada felsefe, iki alan arasında bir köprü görevi görebilir, böylelikle teolojik terimler bilimsel terimlerle ilişkilendirilebilir ve dolayısıyla bilimsel bilgi ile eleştirel etkileşime girilebilir. Bilim insanları için bu süreç, bilimin işlevsel varsayımlarının ve bunların bilimsel teoriler üzerindeki etkisinin ve bunun sonucunda verilerin yorumlanmasının ve bu varsayımlardaki bilimi yaratıcı bir şekilde ilerletebilecek değişikliklerin incelenmesini içerecektir.
Devam etmek için, önce her iki alan için ortak olan genel bir felsefi tema belirlememizi ve her alanın kendi özel bağlamına göre anlamını nasıl şekillendirdiğini görmemizi öneriyorum. Bu ilk adım yoluyla, belirli bir tutarlılık derecesine veya “uyum” olarak adlandırılabilecek şeye ulaşılabilir. Tutarsızlığın (veya “çelişkinin”) burada gerçekten olumlu bir rol oynayabileceğini şimdiden belirtmek önemlidir, çünkü bu, alanlardan en az birinde değişiklik veya iyileştirme ihtiyacına işaret eder. O zaman soru, değişen bilimsel teorilerle veya teolojik gelişmeler ışığında tutarlılığın biçiminin nasıl değiştiği olur. Felsefi köprü aracılığıyla elde edilen ilk uyum artarsa, bu, teolojinin ve bilimin bu belirli alanları arasındaki ilişkiyi doğrulama eğiliminde olacaktır. Bununla birlikte, artan çelişki ortaya çıkarsa, bu, ya teolojik argümanın özel biçimine ya da bilimsel konudaki örtük felsefi veya teolojik konulara karşı bir kanıt olacaktır. Teologların iddialarını yeniden formüle etmeleri veya bilim insanlarının argümanlarını yeni bir uyum derecesi elde etmek için yeniden yapılandırmaları için meşru yollar olabilir. Bununla birlikte, nihayetinde, her iki tarafı da kurtarmaya yönelik hamleler açıkça geçici (adhoc) ise – yalnızca gerçek bir açıklayıcı güce veya net tahmin başarısına sahip olmayan vaziyeti kurtaran cihazlarsa (bilimin rakip teorilerini yargılamak için halihazırda kullandığı ve Nancey Murphy ve diğerlerinin de teologları benimsemeye davet ettiği kriterler), her iki taraf da revizyona açık olmalıdır.
Teoloji için bu etkileşim yönteminin değeri, belirli bir bilimsel teori ve belirli bir teolojik iddiayla, bu teolojik iddianın temel anlamını bilime çok yakın bağlamadan ve dolayısıyla bilimsel değişime aşırı derecede savunmasız olmadan, yine aynı zamanda hiçbir tözsel ilişki mevcut olmadan teolojiyi bir bütün olarak bilimden o kadar yalıtarak çalışmamıza izin vermesidir. Bu şekilde çalışarak bilimle bağlantı kurabiliriz – teolojik bir iddiayı kanıtlamak amacıyla değil, onay aramak amacıyla. Bu süreçte bilimin teolojik dilin anlamını yeniden şekillendirmesine ve kısıtlamasına, onu modası geçmiş bilimsel düşünce biçimlerinden arındırmasına ve ampirik bağlamda ona yeni bir anlam vermesine izin verebiliriz. Bu şekilde, Papa II. John Paul’un yakın zamanda önerdiği gibi “bilim, dini hata ve hurafelerden arındırabilir.” (Başka bir yerde teoloji ve felsefe ile ciddi bir diyaloga girmenin bilim için değerini göstermeyi umuyorum.)
Örnek Olay 1: Yaratılmışların Sonluluğu ve “t = 0” Problemi
Yaratılış doktrinini çağdaş kozmolojiyle ilişkilendirmek için, hem teolojik hem de bilimsel bağlamlarda yorumlanabilecek uygun bir felsefi terime ihtiyacımız var. Sonlu olarak mümkünlük (contingency as finitude)kavramını öneriyorum. Kozmolojide sonluluk, zamansal ve uzamsal sonluluğu içerir – örneğin, boyut ve yaşta bir sınırlama. Ancak zamansal sonluluk, hem geleceği hem de geçmiş sonluluğu içerir. Şimdi, geçmiş zamansal sonluluk kavramına belirli bir anlam verilebilen -Büyük Patlama modeli terimleriyle yorumlandığında evrenin yaşı- kozmoloji ile temas kurmaya başlayabiliriz. Sonluluğu teolojik olarak da yorumluyoruz. Yaratılış doktrininde tüm yaratılmış varlıkların sonlu olduğu kabul edilir; sadece Tanrı sonsuzdur. Yaratılan sonluluğun bir biçimi -tek biçim olmasa da- dünyanın sonlu yaşıdır.
Bu şekilde, başlangıçta, felsefi sonluluk köprüsü aracılığıyla teolojik creatioexnihilo öğretisini, standart Büyük Patlama modellerindeki “t = 0” sınır koşuluyla işaretlenmiş olan, evrenin sonlu bir yaşa sahip olduğu hakkındaki ampirik iddialarla ilişkilendirebiliriz. Bu anlamda, ilahi yaratılışın dünyanın mümkünlüğünü/olumsallığını gerektirdiğine dair teolojik iddia, Büyük Patlama modelinde evrenin başlangıcına ilişkin ampirik kanıtlarla açıkça doğrulanmaktadır.
Ancak bu noktada duramayız. Adil olmak gerekirse, hem bu kozmolojinin teolojideki diğer alanlar üzerindeki etkisini hem de bilimdeki değişikliklerin bir yaratılış teolojisi üzerindeki etkisini dikkate almalıyız. Birincisi, diğer bir teolojik alandır: Tanrı öğretisi/doktrini.
Batı monoteizmi boyunca geçerli olan temel bir ayrım, yalnızca Tanrı’nın sonsuz olduğu, O’nun dışındaki diğer her şeyin sonlu olduğudur. Ancak Büyük Patlama modelinde evrenin, eğer açık modelse, sonsuz büyüklükte olduğunu ve sonsuza kadar süreceğini hatırlayın. Dolayısıyla sonlu bir geçmişi olmasına rağmen, uzayda ve (gelecekteki) zamanda sonsuzdur. Peki, bunun Tanrı/yaratılış ayrımıyla ne ilgisi var?
“Sonsuz”un teolojik ve felsefi bağlamlarda nasıl kullanıldığını, terimin matematik ve teorik fizikte nasıl kullanıldığını ayrıntılı olarak karşılaştırarak, sonsuzluk üzerine yapılan uzun tartışma tarihine çok daha dikkatli bakmamız gerekmektedir. Bununla birlikte, not edilmesi gereken önemli bir nokta, “t = 0” sorusu tarafından yaratılan ilk ilginin -her ne kadar aşırı coşkulu iddiaları ve benzer şekilde yalanlamaları davet etmiş olsa da- aslında hem teoloji hem de bilimdeki bazı akademisyenleri temel varsayımlarını ve diğer disiplin tarafından kullanımları ışığında sonlu ve sonsuz kavramlarını eleştirel olarak yeniden düşünmeye yöneltmiş olmasıdır.
Bazılarının yaptığı gibi “t = 0” ile “yaratılış”ı özdeşleştirmek için çok hızlı sonuca varmamız ya da teologların sıklıkla tavsiye ettiği üzere bu gibi konuları katı bir şekilde ayrı tutmak için çok aceleci davranmamız gerekmez. Bunun yerine, kendi araştırma gündemimizi sürdürürken birbirimizden -karşılaştığımız çelişki kadar uyumdan da- öğrenebiliriz. Önemli olan şey, birinin teorisinin gücüne karşı kanıtlarla meydan okunduğu ve buna göre yeniden şekillendirildiği yollarla öğrenilmesidir, ki bu gerçekten başka hiçbir şekilde öğrenilemeyecek bir şeydir. Birinin fikirlerinin altüst olmasına izin vermenin manevi bir faydası da vardır: kişi, bu anlamda bilim yapmak için bir ön koşul olan ve teoloji yapmak için olması gereken alçakgönüllülüğü kazanabilir. Ayrıca, çelişkinin, kişinin her zaman gerçek ilişkinin potansiyel bir bedeli (“maliyetli lütuf”) olan temel hipotezini altüst edecek kadar şiddetli büyümesi de mümkündür.
Felsefi sonluluk kategorisini kullanırsak, standart Büyük Patlama kozmolojisinin ve creatio ex nihilo’nun tutarlı bir şekilde etkileşime girebileceğini bulduk. Yani, t = 0’daki ilk tekillik, belirli bir sonluluk biçimiyle (yani geçmiş zamansal sonluluk) iyi bir şekilde uyuşuyor gibi görünmektedir ve sonluluk, ex nihilo geleneğinde yaratılışla ilgili merkezi bir iddiadır. Ancak Büyük Patlama kozmolojisi, daha önce gördüğümüz gibi, şu anda kuantum fiziğinin uygulanmaya başlamasıyla değiştiriliyor. Oldukça spekülatif olmasına rağmen, Hawking/Hartle’ın “evrenin kuantum yaratılışı” modeli, teoloji ve kozmoloji arasındaki ilişkiye büyüleyici bir şekilde meydan okuyor gibi görünüyor. Hawking’e göre evrenin sonlu bir geçmişi olduğunu, ancak “t = 0”da geçmiş tekilliği olmadığını hatırlayın; evren zamansal olarak sonlu ama sınırsızdır. Eğer yaratılışın teolojik anlamını çok dar bir şekilde standart kozmolojide “t = 0” oluşumuna indirgeseydik, burada bir sorunumuz olabilirdi. (Bununla birlikte, Carl Sagan’ın Hawking’in kitabına yazdığı Giriş kısmında ortaya koymaya çalıştığı iddia – yani, Tanrı’nın yapacak hiçbir şeyi kalmamıştır – burada sorun bu olmayacaktır. Bu tür deizm, t = 0’ı Tanrı’nın varlığına doğrudan delil kabul eden teologlar tarafından uzaktan bile varsayılamaz. Onlara göre, tüm çağdaş teoloji için olduğu gibi, şu ya da bu şekilde, Tanrı sadece evrenin başlangıcında değil, evrenin her yerinde eylemde bulunur.) Yine de iki dünyayı ayrı tutsaydık, öğrenecek hiçbir şeyimiz de olmazdı. O halde başka hangi seçenek var?
Standart Büyük Patlama modelinden kuantum yer çekimine geçişinde ders aldığım şey, “sonluluk” ile ne demek istediğim konusunda bir kez daha teolojik olarak çok kesin olmam gerektiğidir. Büyük Patlama’dan Hawking’in modeline geçiş, felsefi sonluluk kategorisinin ampirik anlamını değiştirir; yoksa onu anlamsız kılmaz. Hawking/Hartle ile evren hâlâ zamansal olarak (geçmişte) sonludur, ancak başlangıçta bir tekilliği yoktur. Bu nedenle, modellerdeki kayma, teoloji ve bilim arasındaki uyum biçimini, sınırlı zamansal geçmiş sonluluğun birinden (Büyük Patlama modelinde bulunur) bir sınırsız zamansal geçmiş sonluluğa (Hawking önermesinde bulunur) değiştirir. Bu nedenle, creatioex nihilo hakkında teoloji yaparken, geçmiş zamansal sonluluk meselesini geçmişin sınırlılığı meselesinden ayırmamız gerekir. Hawking’in önermesinin bize öğrettiği şey, prensipte kişinin sonlu bir geçmişe sahip olmak için sınırlı bir geçmişe sahip olması gerekmediğidir. Bu ayrım, Hawking’in önermesinin kaderi ne olursa olsun geçerlidir.
Bu nedenle, teolojik olarak çok değerli bir şey öğrendik: ex nihilo geleneğinin temel bir kategorisi olan yaratılmışların sonluluğu, sınırlılık gerektirmez. Yaratılışın bir başlangıcı olduğunu zorunlu olarak iddia etmeden, yaratılışın zamansal olarak sonlu olduğunu iddia edebiliriz. Dolayısıyla, teolojik iddiamız, zamansal sonluluğu da içerdiğinden, salt ontolojik sonluluktan (“iki dünya” yaklaşımının savunacağı sınırlama) daha fazlasını içerebilir; yine de, Tanrı’ya inancın temeli olarak böyle bir kozmik başlangıca bakmak şöyle dursun, zamansal sonluluğu kozmik bir başlangıçla özdeşleştirecek kadar ileri gitmesine gerek yoktur. Bunun bir Hristiyan yaratılış doktrini için son derece önemli bir nokta olduğuna inanıyorum; bu nokta, yalnızca araştırma bilimiyle etkileşime girme ve daha önceki teolojik görüşlerimize meydan okuma isteğimizle kazanılan bir noktadır.
Örnek Olay 2: Mümkünlüğün İnsan Şekli Olarak Antropik İlke
“t = 0” problemiyle birlikte, son zamanlarda “Antropik İlke” olarak adlandırılan ilkeye büyük ilgi gösterilmiştir. Bu İlke çeşitli biçimler (zayıf, güçlü, kozmolojik, vb.) alsa da, evrendeki yaşamın evriminin, bir bütün olarak evrenin son derece kesin belirli özellikleriyle çok yakından bağlantılı olduğu gözlemiyle başlamaktadır.
Bilim uzun zamandır, doğru gezegensel koşullar sağlandığında, bir tür yaşam biçiminin biyolojik evrim yoluyla ortaya çıkacağını savunmuştur; Tanrı’nın yaşamın Tasarımcısı olarak adlandırılması gerekmez (ve adlandırılmamalıdır). Ancak 1970’lerin ortalarından bu yana, evren bir bütün olarak biraz farklı olsaydı, bu “doğru gezegensel koşulların” hiçbir zaman ortaya çıkmayacağı giderek daha açık –ve giderek daha hayret verici– hale geldi. John Leslie’nin Universes’i (Evrenler) ya da John Barrow ve Frank Tipler’ın TheAnthropicCosmologicalPrinciple’ının (Kozmolojik Antropik İlke)bir incelemesinin gösterdiği gibi, bu konudaki argümanlar ayrıntılı ve hacimlidir. Ancak kritik soru şudur: Evrenimizin genel özelliklerinin görünürdeki “ince ayarı” (fine-tuning), sonuçta, bir bütün olarak (yeryüzü üzerindeki yaşamın hâlâ doğal, evrimsel araçlarla meydana geldiği) evrenin ilahi bir Tasarımcısını çağırabileceğimiz anlamına mı gelmektedir?
Çoğu bilim insanı için cevap basittir: birçok evren (“birçok dünya”) bulunmaktadır. Biz de yaşamın nihai evrimi ile küresel olarak tutarlı olanının içinde varız. Öte yandan, bazılarıysa bir tasarım argümanından yanadır: bizimki bu türden tek evrendir. Bu eşsiz evrenin, yaşamın evrimi için ince ayarlı gereksinimlerle tutarlı olması, onların, evrenin Tanrı tarafından tasarlandığı sonucuna varmalarına yol açar. Bir yaratılış teolojisini desteklemek için t = 0’ı kullanmak gibi, bana öyle geliyor ki, bu, belirli bir teolojik iddiayı (Tasarımcı olarak Tanrı’nın varlığı) bilimin belirli bir “olgusuna” (evrenin görünüşte ince ayarlı özellikleri) dayandırıyor.
Her iki seçeneğe de –“tasarım” veya “birçok dünya”– direnirdim, ancak bu durumda direniş argümanları bir anlamda önceki durumdaki “t = 0”dan daha karmaşıktır. Bana öyle geliyor ki, her ikisi de bilim, felsefe ve teolojideki değişimlere karşı son derece hassas bir şekilde dengelenmiş ve savunmasızdır; dahası, her iki taraftaki kazanımlar, yeni bir yaklaşımla öğrenilebileceklere kıyasla çok az görünmektedir.
Örneğin, “birçok dünya” seçeneği hakkında dikkatlice düşünelim. Bizim evrenimizin (kuşkusuz olanaksız olan) doğasını açıklamak için sonsuz sayıda mevcut, özerk evrenlerin var olduğunu ileri sürmek bilimsel olarak makul müdür? Prensipte gözlemlenemeyen varlıkların varlığının, gözlemlenebilecek olanı açıklamak için varsayılması gerekir mi? Lakin burada bile dikkatli olmalıyız. Görünür evrenin, ezici bir şekilde geniş bir evrenin yalnızca çok sınırlı bir alanı olduğu enflasyon modellerine dayanan çarpıcı argümanlar oluşturulabilir. Her alan, bizim hayatımızdaki yaşamın evrimini açıklamak için gereken “birçok dünya”dan biri olabilir. (Tabii ki, bir teist, tüm evrenleri veya hepsini yöneten doğa yasaları vb. Tanrı’nın tasarladığını öne sürerek buna karşı çıkabilir. Ve böylece argüman, artan soyutlama merdiveninde ilerlemeye devam eder.)
Öte yandan, bizimkinin tek evren olduğunu varsayalım. Bu, onun “tasarımının” zorunlu açıklaması olarak bizi Tanrı’ya mı götürür? Hiç sanmıyorum. Nihayetinde, bir tasarım argümanı birkaç derin teolojik karışıklığı ortaya çıkarır. Bu durum, açıkça, kişinin elde ettiği “Tasarımcı”nın istediği kişi olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir: Tasarımcı (ve Tasarımcı tam olarak hangi yönlerden) İncil’deki Tanrı ile tözsel olarak ilişkili midir? Bu, elbette, filozofların Tanrı’sı ile vahyin Tanrı’sı arasındaki ilişkiye yönelik uzun süreli (perennial) teolojik meselenin bir çeşididir. Ancak genel olarak, birincil teolojik kanıtlar için bilimsel verilere başvurma konusunda çok şüpheliyim.
Her iki seçeneği de -tasarım ve birçok dünya- reddetmemizi ve kozmolojik ince ayarın, hem bir bütün olarak evrenin hem de onun parçalarının Yaratıcısı olarak Tanrı hakkındaki teolojik dilimizi nasıl şekillendirebildiğine bakmamızı öneriyorum. Bunu görmek için, doğal sabitlerden biri olan Planck h sabitine odaklanalım. Planck sabiti, atom fiziğinde atomik ve atom-altı süreçlerin incelenmesinin temel bir parçasıdır. Klasik bilimde, bir parçacığın konumunu ve momentumunu sonsuz hassasiyetle ölçebileceğimizi düşünürdük. 1920’lerin ortalarında ortaya çıkan Heisenberg belirsizlik ilkesinin ardından, artık konum ve momentum değişkenlerinin yalnızca belirli bir doğruluk derecesinde ölçülebileceğine inanıyoruz. Konum ve momentumdaki belirsizliğin çarpımı, Plank sabitinin 2p veya ’ye bölünmesiyle elde edilen değerden büyük veya ona eşit olmalıdır. Planck sabiti atomik ve atom-altı süreçlerin incelenmesinde ortaya çıksa da, ona evrenin hem parçaları hem de bütün yapısıyla ilgili olarak bakmamızı öneriyorum.
Planck sabiti, yaşamın evrimleştiği evrenin her bir parçasıyla yakından bağlantılıdır. Kuantum fiziği, biyolojik evrimi yönlendiren genetik çeşitlilikte önemli bir rol oynamaktadır. Planck sabitinin sayısal değeri biraz farklı olsaydı, yaşam bizimki gibi bir gezegende evrimleşemeyecekti. Bu nedenle Planck sabiti, yaşam ve sezgi olgusuyla bağlantılıdır; dolayısıyla, yaşamla dolu bir evrenin biyolojik süreçlerinin mümkünlüğünün/olumsallığının bir parçasıdır ve yaşamın, biyolojik evrim yoluyla yaşamı yaratan Tanrı’ya bağımlılığının bir işaretidir, ki burada kuantum fiziğinin rolü de bulunmaktadır.
Planck sabiti aynı zamanda bir bütün olarak evrenin genel, fiziksel karakterine de katkıda bulunur. Büyük Patlama’dan sonra bir anda evren tek bir temel etkileşim tarafından yönetilmekteydi; evren ilk başta, mikroskobik olduğu için bir kuantum fenomeniydi. Planck sabitinin değeri olduğundan farklı olsaydı, evren biyolojik yaşamın başlaması için doğru astrofiziksel ve jeolojik koşulları asla üretmeyebilirdi. Bu değer olmadan, evrimin fiziksel ön koşulları –helyumun kozmolojik üretimi, galaksilerin, yıldızların ve gezegenlerin oluşumu vb.– asla gerçekleşmeyebilirdi. Bu nedenledir ki, Planck sabitinin değeri, evrenin küresel, fiziksel karakteri için esastır.
O yüzden, Wolfhart Pannenberg’in de iddia ettiği gibi, “evren bir bütün olarak ve tüm parçalarıyla mümkün” olabilir. Ancak bilim aracılığıyla keşfettiğimiz şey, filozofların ayırt edilebilir olarak kabul ettiği bu iki tür mümkünlüğün aslında Planck sabitinin rolü tarafından karşılıklı bir şekilde deneysel olarak sınırlandırıldığıdır. Aslında, Planck sabiti, bütünün mümkünlüğü ile parçaların mümkünlüğü arasındaki ortak faktör olarak, onları saf felsefi spekülasyondan öğrenemeyeceğimiz bir şekilde birbirine bağlar. Bu nedenle, felsefi mümkünlük aracını teolojide uygun şekilde kullanmak için bilime dönmemiz gerekmektedir.
Buradan çıkaracağımız teolojik ders şu olmalıdır: bir yaratılış teolojisinin gerektirdiği şeyin bir parçası olarak evrenin mümkünlüğünden bahsettiğimizde, bir bütün olarak evrenin mümkünlüğünün, evrim sürecinin her adımında evrenin mümkünlüğü ile yakından bağlantılı olduğunu anlamalıyız. Bu, bütünün parçaları belirlemesi ya da bunun tam tersi demek değildir; daha ziyade (kuantum olumsallığına göre) bütün ve parçalar tek bir mümkün olgu tarafından, Planck sabitinin değeri tarafından birlikte belirlenir. Tanrı’nın özgür, yaratıcı eyleminin en az bir etkisini daha doğru bir şekilde burada bulabiliriz.
Ayrıca, bir bütün olarak evrenin mümkünlüğü, her bir parça ve süreçteki evrenin mümkünlüğlüğüne doğrudan bağlıysa, o zaman Tanrı’nın evreni her bir süreç yoluyla yaratma eylemi, Tanrı’nın bir bütün olarak evreni şekillendirme eylemiyle ilgilidir; yani, creatioex nihilo, creatio continua ile yakından ilişkilidir. Özünde, Tanrı’nın evreni yarattığı eylem, bir özgürlük ve kısıtlama diyalektiği gerektirir. Doğada, burada Planck sabitinin değeri ve onu içeren yasalarla temsil edilen mümkün, özgür bir unsur bulunmaktadır; bunlar olduklarından başka bir şekilde de olabilirlerdi. Yine de bu değer, doğanın hem küresel hem de mikroskobik özelliklerinin çoğunu belirler. Bu demektir ki, doğa bilimleri bağlamında Tanrı’nın dünyayı ve insan yaşamını yaratma eylemi hakkında konuşursak, evrenin genel olarak açık uçlu, fiziksel karakterinin ve açık uçlu, biyolojik zaman içinde evrimin karakteri, Planck sabitinin değerinin yaratılmasından ortaya çıkmıştır. Tanrı yalnızca bu açık süreçler içinde ve bu süreçler aracılığıyla yaratmaya devam etmekle kalmaz, aynı zamanda onları tanımlayan ve birleştiren yasaların baskın biçimini de yaratır. Planck sabitinin (ve diğer doğal sabitlerin) hem kozmik hem de sıradan ölçeklerde oynadığı benzersiz rolde bu birliğin açık kanıtını görmekteyiz.
Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, Tanrı’nın, Planck sabiti de dâhil olmak üzere, temel sabitlerin değerlerini özgürce seçtiği söylenebilir. Ancak bu seçimde, ok yaydan çıkmıştır: Tanrı, kuantum fiziğinin rolünü hem kozmik hem de mikroskobik ölçekte bağımsız bir şekilde seçemez. Tanrı’nın, Planck sabitinin değerini ve onun içinde meydana geldiği yasaları ex nihilo seçme özgürlüğü, hem küresel hem de yerel olarak etkilere sahiptir ve kozmosun etki alanı boyunca Tanrı’nın devam eden yaratışının anlamını şekillendirir. Tanrı’nın Planck sabitini seçmesi, hem Tanrı’nın aracılığıyla sürekli olarak eylemde bulunabildiği (creatio continua) evrenin açık karakterine izin verir, hem de sezgi ve ruh üretmeden önce milyarlarca yıllık evrimsel mücadele, ıstırap ve yavaş bir ortaya çıkış gerektiren bir evren türü olmasını şart koşar. (Bu, kötülük ve teodisenin teolojik sorunlarına bile değinerek, yaratılış ve kurtuluş arasında yeni bağlantılar sunuyor gibi görünmektedir.)
Bu basit, başlangıç niteliğindeki örneklerden bile bilimin, ibadet eden topluluğun dinî deneyimlerindeki meşru temellerini önleyemeden, Hristiyan inancının temel iddiaları üzerindeki teolojik düşünceyi eleştirel olarak şekillendirebileceğini ve anlam verebileceğini görebildiğimize inanıyorum. Mesele, Antropik İlke’nin gerçekten bir tasarım argümanı veya Tanrı’nın varlığının kanıtı için bir temel olarak hizmet etmesi ya da zorunlu olarak dini yok sayan çok-dünyalı bir argümana yol açması değildir. Daha ziyade, öğrendiğimize inandığım şey, evren ve onun içindeki yaşamın ortaya çıkışı hakkında teolojik olarak düşündüğümüzde, bilimin, ilahi yaratıcılığın çok farklı görünen alanları arasındaki ilişki hakkında hayati bir ipucuna katkıda bulunduğudur: Tanrı’nın bir bütün olarak evreni çerçeveleme vizyonu ve Tanrı’nın elinin onun içindeki her bir dokuyu sanatsal bir şekilde işlemesidir. Bilim böylece daha sadık ve yeni bir anlayışla teoloji yapmamıza yardım edebilirse, kesinlikle artan ilgimizi hak etmektedir.
Makalenin Alındığı Kaynak: Robert John Russell, Theological Lessons from Cosmology: Two Case Studies, CrossCurrents , 41/3 (FALL 1991), pp. 308-321
Okuma Önerisi
Fiziksel kozmolojiye bir giriş için, bkz. Timothy Ferris, Coming of Age in the Milky Way (Morrow, 1988); John Horgan, “Universal Truths; Trends in Cosmology,” Scientific American, October 1990; Joseph Silk, The Big Bang: The Creation and Evolution of the Universe (W. H. Freeman, 1980); James S. Trefil, The Moment of Creation: Big Bang Physics from Before the First Millisecond to the Present Universe ( Scribner’s, 1983); ve Steven Weinberg, The First Three Minutes: A Modern View of the Origin of the Universe (Basic Books, 1977); Stephen W. Hawking, A Brief History of Time: From the Big Bang to Black Holes (Bantam, 1988).
Fiziksel kozmolojideki felsefi meselelere bir giriş için, bkz. “Contemporary Cosmology and Its Implications for the Science-Religion Dialogue” by William Stoeger in Russell, Robert J., Stoeger, William R., and Coyne, George V., eds., Physics, Philosophy and Theology: A Common Quest for Understanding, (University of Notre Dame, 1988). Yaratılış teolojisine yönelik bir arka plan için, bkz. Langdon Gilkey, Maker of Heaven and Earth: The Christian Doctrine of Creation in the Light of Modern Knowledge (University Press of America, 1959; 1985); Philip J. Hefner, “The Creation,” Christian Dogmatics içinde, eds., Carl E. Braaten ve Robert W. Jenson (Fortress Press, 1984).
Yaratılış teolojisi ve bilim arasındaki tarihsel ilişkiye yönelik son zamanlardaki tartışmalar için, bkz. Christopher Kaiser, Creation and the History of Science (Marshall Pickering, 1991). Eugene Klaaren, Religious Origins of Modern Science (Eerdmans, 1977); David C. Lindberg ve Ronald L. Numbers, eds., God & Nature: Historical Essays on the Encounter between Christianity and Science (University of California Press, 1986) içeren diğer kaynaklar.
Bilim felsefesi ve din felsefesi arasındaki ilişki üzerine muhteşem bir inceleme için, bkz. Nancey Murphy, Theology in an Age of Scientific Reasoning (Cornell University Press, 1990). Ayrıca bkz. Nicholas Wolterstorff, Reason within the Bounds of Religion (Eerdmans, 1976).
Kuantum kozmolojisinin teoloji üzerindeki olası etkisi için, bkz. Chris Isham, “Creation of the Universe as a Quantum Process” Russell içinde, et al., op. cit., p. 375-408. Ayrıca bkz. Willem Bernard Drees, Beyond the Big Bang: Quantum Cosmologies and God (Open Court, 1990).
Antropik İlkeye derin bir giriş için, bkz. John Leslie, Universes (Routledge, 1989). Leslie bu argümanları Russell, et. al., op. cit. dâhil olmak üzere Universes içinde alıntılanan çeşitli çalışmalarla oluşturmuştur. Ayrıca bkz. John D. Barrow ve Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle (Clarendon Press, 1986).
Yaratılış doktrini ve çağdaş bilim üzerine üst düzey bir okuma için, bkz. Arthur Peacocke, Creation and the World of Science (Oxford University Press, 1979), The Sciences and Theology in the Twentieth Century (University of Notre Dame Press, 1981) ve onun daha yakın zamandaki yazıları; John Polkinghorne, Science and Creation (Shambhala, 1988) ve Science and Providence ( Shambhala, 1989); Barbour, Religion in the Age of Science (Harper and Row, 1990); Drees, op. cit., ve Ernan Mc Mullin, “How should cosmology relate to theology?” Peacocke içinde, 1981.
* Prof. Dr. Robert John Russell, Berkeley’deki Lisansüstü İlahiyat Birliği’nde İlahiyat ve Bilim Profesörüdür. Ayrıca İlahiyat ve Doğa Bilimleri Merkezi’nin kurucusu ve yöneticisidir.
** Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam; bu makalenin tercümesinde yardım eden öğrencilerimizden M. Numan Sağırlı’ya teşekkür ederim.
[1] Fizikte, temel parçacığın özünü koruduğu zaman ve mesafe boyunca uzay-zamanda kat ettiği yola verilen ad. (ç.n.)
KOZMOLOJİDEN TEOLOJİ DERSLERİ: İKİ ÖRNEK OLAY
Robert John Russell*
Çeviren: Mehmet Bulgen**
Çağdaş fiziksel kozmoloji ile teoloji arasındaki etkileşimi araştırmak ve bu iki alanı birbirine bağlamak için felsefi bir köprü kurulabileceğini, böylece her iki tarafın da diğerinin iddiaları, keşifleri ve sonuçlarıyla etkileşime girebileceğini öne sürmek istiyorum. Teolojinin amacı, çağdaş kozmoloji ışığında Tanrı ve doğa hakkındaki temel inançlarının yaratıcı bir şekilde yeniden düşünülmesini geliştirmek ve bilim alanındaki iddialarını test etmek; bilimin amacıysa, teorik araştırmayı şekillendiren, ancak tarihsel ve entelektüel kökleri genellikle felsefe ve teoloji alanlarında bulunan örtük varsayımlar için yeni seçenekleri gün ışığına çıkarmak, eleştirel olarak incelemek ve önermek olacaktır. Bunlardan ikincisiyle uğraşmayacağım, birincisinde ise sadece şu anda teolojik araştırmalar açısından araştırılmakta olan bazı sonuçları öne sürebilirim. Bunu yapmak için Büyük Patlama (Big Bang) kozmolojisindeki “ilk tekilliğin” (initial singularity)teolojik neticelerini ve Antropik İlkenin (Anthropic Principle) teolojik önemini içeren iki örnek olay seçtim. Örnek olay incelemelerine geçmeden önce, çağdaş kozmolojinin kısa bir özeti ve yaratılış doktrinine kısa bir bakışla başlayacağım.
Çağdaş Kozmolojinin Şekli
Çağdaş kozmolojiyi anlamak için Albert Einstein’ın öncü çalışmasıyla başlamamız gerekir. 1905’te Einstein, özel görelilik teorisini (special theory of relativity) yayınlayarak uzay ve zaman hakkındaki görüşlerimizi sonsuza dek değiştirdi. Burada, zaman içinde hareket eden üç boyutlu nesnelerden oluşan dünya algımızın, sanki tekdüze bir şekilde tik tak eden bir saatle ölçülmüş gibi, dünyanın gerçek yapısına en iyi ihtimalle bir yaklaşım olduğu gösterilmiştir: Nesnelerin hem uzamı hem de süresi olduğu ve göreli hareket halindeki gözlemcilerin, nesneleri uzunluk olarak daralmış ve olayları zaman içinde genişlemiş olarak gördükleri çapraz dünya-çizgilerinden (worldline[1]) oluşan dört boyutlu bir uzay-zaman.
Sonra, on yıllık yoğun bir çalışmanın ardından Einstein, yer çekimi teorisi olan genel görelilik teorisini (the general theory of relativity) üretti. Einstein’a göre, yer çekimi uzay-zamanın bir eğriliği olarak kendini gösterir ve bu eğrilik de parçacıkların uzay-zaman “hiper-yüzeyi” boyunca hareketini belirler. Yer çekimi, bir bütün olarak evrenin nasıl geliştiğini belirlediğinden, bu teoriyle bilim insanları kozmolojik ölçeklerde önemli tek temel güç olan evrenin büyük ölçekli yapısını ve evrimini incelemeye başlayabilmişlerdir.
Bilim insanları, Einstein’ın teorisini uzak galaksiler hakkında yeni keşfedilen verilerle karşılaştırarak, kısa sürede yüzyılımızın en şaşırtıcı keşfini yaptılar: Evren genişliyor. Einstein’ın teorisine dayanan basit “Büyük Patlama” modellerine göre, evren yaklaşık 15 milyar yıl önce sonsuz yoğunluk, sonsuz sıcaklık ve esasen sıfır boyutta başlamıştır. Görünen o ki, gerçek evren için hangi modelin geçerli olduğuna bağlı olarak evrenin şekli ve geleceği için üç olasılık bulunmaktadır. Evrenimiz “kapalı” ise, zaman içinde genişleyen üç boyutlu bir küre gibidir; sonlu bir boyutu vardır ve maksimum bir boyuta ulaşana dek genişleyip soğuyacak, sonra yeniden büzülecek ve belki de 100 milyar yıl sonra sonlu sıcaklıklardaki nihai bir “çatlak”ta yeniden ısınacak. Eğer evren “açık” ise, zaman içinde genişleyen üç boyutlu bir semer gibidir; sonsuz bir boyutu vardır ve sonsuza kadar genişleyecek, kaçınılmaz olarak mutlak sıfıra doğru soğuyacaktır. Son olarak, üç-küre ve üç-semer arasındaki sınır durumu vardır: sonsuza kadar genişleyen ve soğuyan düz, sonsuz, açık bir evren. Gökbilimciler, içinde yaşadığımız evreni en iyi kapalı modelin mi, açık modelin mi yoksa düz modelin mi açıkladığı konusunda hâlâ kararsızdır. Bununla birlikte, mevcut kanıtlar düz modeli destekliyor gibi görünmektedir – sonsuza kadar genişleyip soğuyacak ve evrensel karanlıkta sona erecek sonsuz büyüklükte bir evren.
Yine de, tüm bu modellerin şaşırtıcı özelliği, evrenimizin yalnızca sınırlı bir süre boyunca var olmasıdır. Yaklaşık 15-20 milyar yıl önce, evren bir “tekillikten” (singularity) “ortaya çıktı” – bu standart genel görelilik ile tam olarak tanımlanamayan bir olaydır. O halde bu ilk tekillikten ne anlamalıyız? Bir yandan, bu durum evrenin gerçekten de bilim tarafından bir şekilde tam olarak açıklanamayan bir olaydan ortaya çıktığını ve böylelikle felsefi ve teolojik konuları bilimin açıklama kabiliyetinin ötesine taşıdığını gösterebilir. Öte yandan, t = 0’da (evrenin boyutunun sıfır olduğu “kozmolojik zamanın başlangıcı”) karşılaşılan problemler, doğanın kendisinden ziyade Einstein’ın yer çekimi teorisiyle ilgili olabilir.
Bilim insanları, ilk tekillikten bağımsız olabilecek alternatif kozmolojiler inşa ederek bu soruları yanıtlamaya çalışmışlardır. Fred Hoyle ve meslektaşlarının “kararlı durum” (“steady state”) kozmolojisi, evreni ezeli olarak kadim ve sonsuza kadar genişleyen bir şekilde tasvir etmiş, ancak bu teori gözlemsel problemlerle karşılaşmış ve o zamandan beri terk edilmiştir. Daha yakın zamanlarda, Alan Guth ve diğerleri, evrenin varlığının ilk anlarında son derece hızlı bir şekilde genişlediği modeller geliştirmişlerdir. Bu “enflasyonist” modeller, standart Büyük Patlama modelinin ortaya çıkardığı diğer sorunları çözmüştür, ancak yine de “t = 0” problemini nispeten dokunmadan bırakırlar.
Ancak şimdi, “kuantum yer çekimi”ne (quantum gravity) dayalı öneriler, bu problemin etrafında bazı olası yollar göstermeye başlamaktadır. Kuantum yer çekimi, yer çekimi kuvvetini kuantum fiziği, atomik ve atom-altı süreçlerin fiziği açısından ele almaya çalışmaktadır. Uzak geçmişinde evrenin atom büyüklüğünde olması gerektiği gerçeğinden dolayı, bu tam olarak evreni incelemek için uygun bir araçtır.
Kuantum yer çekimi yaklaşımından ortaya çıkan bir öneri, evrenimizin çökmekte olan önceki bir evrenden “sıçradığı” yönündedir. Bu teori, evrenimizin geçmişini “t = 0”da sıfır boyutuna geri yansıtmak yerine, evrenin sonsuz yaşta olduğunu ve sonsuza dek çöküşten genişlemeye ve oradan da tekrar çöküşe doğru salındığını tasavvur eder. J. B. Hartle ve S. Hawking, kuantum yer çekimine dayanan farklı bir öneride bulunmuşlardır. “Evrenin kuantum yaratımı” olarak adlandırılan yaklaşımlarında, evrenin sonlu bir geçmişi vardır, ancak başlangıcı yoktur, yani t = 0’da tekillik bulunmamaktadır.
Başlangıç noktası olmayan sonlu bir geçmiş fikri için çok kaba benzetmeler düşünülebilir. Bir inç uzunluğundaki bir ip parçasının uzunluğu sonludur ve uçları ile sınırlandırılmıştır. Çevresi bir inç olan bir dairenin uzunluğu sonludur, ancak sınırsızdır: uçları yoktur. Hawking’in modeline biraz daha yakın olan, x = 0 ve x = 1 arasındaki ancak x = 0 ve x = 1 (yani, doğru parçası 0
Kabul etmek gerekir ki, kuantum yer çekimine dayalı öneriler oldukça spekülatiftir – bu aşamada gerçekten teori değil, öneri konumundadırlar. Yine de, bunlar kozmolojinin gizemi duygusunun çoğunu yakalamaktadırlar ve özellikle Hawking’in çalışması, Zamanın Kısa Tarihi’nin yayınlanmasının ardından geniş çapta tartışılmışlardır. Onun ve diğer kozmologların çalışmalarının bilimsel sonuçlarını beklerken, hâlâ bu fikirleri felsefi ve teolojik olarak anlamlandırmaya çalışmakla karşı karşıyayız.
Yaratılış Doktrininin Yapısı
Yaratılış teolojileri, hem eski Yehovacı Aden (Eden) (Gen. 2:4b-25) hikayelerinde hem de tüm Kitâb-ı Mukaddes kozmolojisini içeren yüce Ruhbani (Priestly) versiyonunda bulunur (Gen. 1:1-2:4a). Ruhbani anlatısında kozmik boyutlarda bir felaket olan Tufanı takiben (Gen. 7:11), sadece insanlığı değil tüm yaşamı içeren yeni bir ahit yapılır (Gen. 9:9-17). Bu ahit peygamberlere yansıtılır (karş. Hosea 2: 16-23) ve “yeni bir sema ve yeni bir yeryüzü” (Isiah 66: 17-25) vizyonuna dâhil edilir. Gerçekten de, İsrail’i kurtaran Tanrı tarafından evrenin yaratılması, Proverbs 8’in çok dokunaklı bir şekilde ifade ettiği gibi, İbrani ahit [Tevrat, ç.n.] boyunca devam eden bir temadır.
Hristiyan Kutsal Yazılarında, Mesih, her şeyin kendisi aracılığıyla yapıldığı (John 1:1-3) ve eski yaratılışın kendisi aracılığıyla yitip gittiği (2 Cor. 5:17) Tanrı’nın Kelamı olarak görülür. Hz. İsa, doğadan alınan mesellerle öğretir ve Mesih olarak gücü, doğanın şifalarında ve mucizelerinde kanıtlanmıştır. Mesih’in dirilişi sadece insanlar için değil, acı içinde inleyen tüm mahlukat için önemlidir (Rom. 8:18-25). Son olarak, İsa’nın ikinci gelişi, peygamberlere vaat edildiği gibi “yeni bir sema ve yeni bir yeryüzü” meydana getirecektir (2 Peter 3:13; Rev. 21:1-4).
Kilisenin erken tarihi boyunca teologlar, Kitâb-ı Mukaddes’e ait, felsefi, teolojik ve ayinle ilgili araçları kullanarak iki yönlü bir yaratılış doktrini oluşturdular: creatio ex nihilo (yoktan yaratma) ve creatio continua (sürekli yaratma). Creatio ex nihilo, her şeyin radikal mümkünlüğünü/olumsallığını, tüm varlıkların varoluşlarının orijinal kaynağı olarak aşkın bir Tanrı’ya tam bağımlılığını temsil eder. Tanrı’nın yaratma eylemi tamamen özgürdür; madde, uzay, zaman ve hatta doğa yasaları, Tanrı’nın koşulsuz tercihiyle ortaya çıkar. Bu anlamda, “yoktan yaratma” aslında “daha önce hiçbir şeyden yaratılmamış” anlamına gelir. Creatio ex nihilo ayrıca Tanrı’nın evrene aşkın olduğunu ima eder; evren ne Tanrı’dır ne de Tanrı’nın varlığının bir parçasıdır. Yine de Tanrı’nın yaratışı olarak evren amaçsız değildir, güzellik ve anlamla doludur ve Tanrı’nın kurtarıcı sevgisiyle felaha erdirilir.
Daha derin felsefi ontolojik bağımlılık duygusuyla birlikte, yaratılış doktrini de bir tür dinî tarihsel kozmolojiyi zorunlu kılmıştır. Özellikle Tekvin/Genesis 1:1’in, kelimenin tam anlamıyla, geçmişte sonlu bir zamanda evrenin yaratılışına atıfta bulunduğu kabul edilmektedir. Örneğin Aziz Thomas, felsefenin evrenin mümkünlüğünü/olumsallığını gösterebileceğini ancak yaşını gösteremeyeceğini savunmuştur; ona göre Hristiyanlar evrenin yaşının sonlu olduğunu ancak vahiy yoluyla bilebilirler. Öte yandan, Langdon Gilkey, Paul Tillich ve Karl Barth da dâhil olmak üzere birçok yirminci yüzyıl teologu, yalnızca inanç ve bilim iddiaları arasında keskin bir ayrım yapmakla kalmamış (sözde iki-dünya yaklaşımı), fakat aynı zamanda İncil’e dayalı veya başka türden herhangi bir kozmolojiden bağımsız bir teolojiyi savunmuştur. Ne var ki, benim görüşüme göre, yaratılışın felsefi bir yorumu ile felsefi iddiaların doğruluğunun ölçülebileceği ampirik bir bağlam arasındaki yaratıcı bir ilişkiyi yeniden keşfetmek, yerine getirilmesi gereken teolojik bir meydan okumadır.
Creatio continua doktrini içinde Hristiyan teologlar, Tanrı’nın dünyadaki tek yaratıcı eyleminin statik, determinist bir evrenin başlangıcında yer aldığı bir deizmi veya hatta hâlâ tüm evreni tek ve modüle edilmemiş bir yaratıcı eylem olarak gören daha sofistike bir yaratılış teolojisini reddederek, Tanrı’nın evrendeki devam eden eylemini öne çıkarmışlardır. Tanrı, evrene içkin olarak, şimdi ve gelecekte evreni yaratmak ve sürdürmek için sürekli olarak fiilde bulunmaktadır. Ne gerçeklik tamamlanmış olarak görülür ne de gelecek tamamen öngörülebilir olarak görülür; daha ziyade evren bir meydana geliş, bir oluş süreci içindedir ve gelecek Tanrı’nın özel, kurtarıcı ve dönüştürücü eylemlerine açıktır. Böyle bir evren yeniliklerle doludur ve insanın seçimi geleceği şekillendirmede önemlidir, çünkü Tanrı hem doğa hem de tarih aracılığıyla hareket eder. Nihayetinde, Tanrı’nın sadakati, çağın sonunda tüm gerçekliği adil bir şekilde yerine getirecektir.
Creatio ex nihilo ve creatio continua, birlikte Yaratıcı Tanrı’nın tüm mahlukata hem aşkın hem de içkin olduğu şeklindeki merkezi teolojik kavrayışı yorumlamanın tamamlayıcı usullerini oluşturur.
Etkileşim Modeli
Mevcut bilim ışığında teolojik doktrini nasıl yeniden düşünmeli ve doğal felsefi ve teolojik unsurlar için bilimsel teorileri nasıl analiz etmeliyiz? Teologların bilimsel teorilere ve keşiflere yönelirken bir tür eleştirel ampirik teste veya çalışmalarının “onaylanmasına” açık olmaları gerektiğine inanıyorum. Bilim, bazılarının safça bekledikleri gibi, onların temel iddialarına ne kesin bir kanıt ne de çürütücü bir kanıt sunacak, ne de teolojik doktrin için -sonuçları kiliseyi sık sık rahatsız eden talihsiz bir strateji olan- bağımsız bir temel sunacaktır. Aksine, böyle bir açıklık, bilimin devam eden teolojik araştırma sürecini şekillendirmede, düzeltmede, kontrol etmede ve ilham vermede verimli bir rol oynamasına izin verecektir. Burada felsefe, iki alan arasında bir köprü görevi görebilir, böylelikle teolojik terimler bilimsel terimlerle ilişkilendirilebilir ve dolayısıyla bilimsel bilgi ile eleştirel etkileşime girilebilir. Bilim insanları için bu süreç, bilimin işlevsel varsayımlarının ve bunların bilimsel teoriler üzerindeki etkisinin ve bunun sonucunda verilerin yorumlanmasının ve bu varsayımlardaki bilimi yaratıcı bir şekilde ilerletebilecek değişikliklerin incelenmesini içerecektir.
Devam etmek için, önce her iki alan için ortak olan genel bir felsefi tema belirlememizi ve her alanın kendi özel bağlamına göre anlamını nasıl şekillendirdiğini görmemizi öneriyorum. Bu ilk adım yoluyla, belirli bir tutarlılık derecesine veya “uyum” olarak adlandırılabilecek şeye ulaşılabilir. Tutarsızlığın (veya “çelişkinin”) burada gerçekten olumlu bir rol oynayabileceğini şimdiden belirtmek önemlidir, çünkü bu, alanlardan en az birinde değişiklik veya iyileştirme ihtiyacına işaret eder. O zaman soru, değişen bilimsel teorilerle veya teolojik gelişmeler ışığında tutarlılığın biçiminin nasıl değiştiği olur. Felsefi köprü aracılığıyla elde edilen ilk uyum artarsa, bu, teolojinin ve bilimin bu belirli alanları arasındaki ilişkiyi doğrulama eğiliminde olacaktır. Bununla birlikte, artan çelişki ortaya çıkarsa, bu, ya teolojik argümanın özel biçimine ya da bilimsel konudaki örtük felsefi veya teolojik konulara karşı bir kanıt olacaktır. Teologların iddialarını yeniden formüle etmeleri veya bilim insanlarının argümanlarını yeni bir uyum derecesi elde etmek için yeniden yapılandırmaları için meşru yollar olabilir. Bununla birlikte, nihayetinde, her iki tarafı da kurtarmaya yönelik hamleler açıkça geçici (ad hoc) ise – yalnızca gerçek bir açıklayıcı güce veya net tahmin başarısına sahip olmayan vaziyeti kurtaran cihazlarsa (bilimin rakip teorilerini yargılamak için halihazırda kullandığı ve Nancey Murphy ve diğerlerinin de teologları benimsemeye davet ettiği kriterler), her iki taraf da revizyona açık olmalıdır.
Teoloji için bu etkileşim yönteminin değeri, belirli bir bilimsel teori ve belirli bir teolojik iddiayla, bu teolojik iddianın temel anlamını bilime çok yakın bağlamadan ve dolayısıyla bilimsel değişime aşırı derecede savunmasız olmadan, yine aynı zamanda hiçbir tözsel ilişki mevcut olmadan teolojiyi bir bütün olarak bilimden o kadar yalıtarak çalışmamıza izin vermesidir. Bu şekilde çalışarak bilimle bağlantı kurabiliriz – teolojik bir iddiayı kanıtlamak amacıyla değil, onay aramak amacıyla. Bu süreçte bilimin teolojik dilin anlamını yeniden şekillendirmesine ve kısıtlamasına, onu modası geçmiş bilimsel düşünce biçimlerinden arındırmasına ve ampirik bağlamda ona yeni bir anlam vermesine izin verebiliriz. Bu şekilde, Papa II. John Paul’un yakın zamanda önerdiği gibi “bilim, dini hata ve hurafelerden arındırabilir.” (Başka bir yerde teoloji ve felsefe ile ciddi bir diyaloga girmenin bilim için değerini göstermeyi umuyorum.)
Örnek Olay 1: Yaratılmışların Sonluluğu ve “t = 0” Problemi
Yaratılış doktrinini çağdaş kozmolojiyle ilişkilendirmek için, hem teolojik hem de bilimsel bağlamlarda yorumlanabilecek uygun bir felsefi terime ihtiyacımız var. Sonlu olarak mümkünlük (contingency as finitude)kavramını öneriyorum. Kozmolojide sonluluk, zamansal ve uzamsal sonluluğu içerir – örneğin, boyut ve yaşta bir sınırlama. Ancak zamansal sonluluk, hem geleceği hem de geçmiş sonluluğu içerir. Şimdi, geçmiş zamansal sonluluk kavramına belirli bir anlam verilebilen -Büyük Patlama modeli terimleriyle yorumlandığında evrenin yaşı- kozmoloji ile temas kurmaya başlayabiliriz. Sonluluğu teolojik olarak da yorumluyoruz. Yaratılış doktrininde tüm yaratılmış varlıkların sonlu olduğu kabul edilir; sadece Tanrı sonsuzdur. Yaratılan sonluluğun bir biçimi -tek biçim olmasa da- dünyanın sonlu yaşıdır.
Bu şekilde, başlangıçta, felsefi sonluluk köprüsü aracılığıyla teolojik creatio ex nihilo öğretisini, standart Büyük Patlama modellerindeki “t = 0” sınır koşuluyla işaretlenmiş olan, evrenin sonlu bir yaşa sahip olduğu hakkındaki ampirik iddialarla ilişkilendirebiliriz. Bu anlamda, ilahi yaratılışın dünyanın mümkünlüğünü/olumsallığını gerektirdiğine dair teolojik iddia, Büyük Patlama modelinde evrenin başlangıcına ilişkin ampirik kanıtlarla açıkça doğrulanmaktadır.
Ancak bu noktada duramayız. Adil olmak gerekirse, hem bu kozmolojinin teolojideki diğer alanlar üzerindeki etkisini hem de bilimdeki değişikliklerin bir yaratılış teolojisi üzerindeki etkisini dikkate almalıyız. Birincisi, diğer bir teolojik alandır: Tanrı öğretisi/doktrini.
Batı monoteizmi boyunca geçerli olan temel bir ayrım, yalnızca Tanrı’nın sonsuz olduğu, O’nun dışındaki diğer her şeyin sonlu olduğudur. Ancak Büyük Patlama modelinde evrenin, eğer açık modelse, sonsuz büyüklükte olduğunu ve sonsuza kadar süreceğini hatırlayın. Dolayısıyla sonlu bir geçmişi olmasına rağmen, uzayda ve (gelecekteki) zamanda sonsuzdur. Peki, bunun Tanrı/yaratılış ayrımıyla ne ilgisi var?
“Sonsuz”un teolojik ve felsefi bağlamlarda nasıl kullanıldığını, terimin matematik ve teorik fizikte nasıl kullanıldığını ayrıntılı olarak karşılaştırarak, sonsuzluk üzerine yapılan uzun tartışma tarihine çok daha dikkatli bakmamız gerekmektedir. Bununla birlikte, not edilmesi gereken önemli bir nokta, “t = 0” sorusu tarafından yaratılan ilk ilginin -her ne kadar aşırı coşkulu iddiaları ve benzer şekilde yalanlamaları davet etmiş olsa da- aslında hem teoloji hem de bilimdeki bazı akademisyenleri temel varsayımlarını ve diğer disiplin tarafından kullanımları ışığında sonlu ve sonsuz kavramlarını eleştirel olarak yeniden düşünmeye yöneltmiş olmasıdır.
Bazılarının yaptığı gibi “t = 0” ile “yaratılış”ı özdeşleştirmek için çok hızlı sonuca varmamız ya da teologların sıklıkla tavsiye ettiği üzere bu gibi konuları katı bir şekilde ayrı tutmak için çok aceleci davranmamız gerekmez. Bunun yerine, kendi araştırma gündemimizi sürdürürken birbirimizden -karşılaştığımız çelişki kadar uyumdan da- öğrenebiliriz. Önemli olan şey, birinin teorisinin gücüne karşı kanıtlarla meydan okunduğu ve buna göre yeniden şekillendirildiği yollarla öğrenilmesidir, ki bu gerçekten başka hiçbir şekilde öğrenilemeyecek bir şeydir. Birinin fikirlerinin altüst olmasına izin vermenin manevi bir faydası da vardır: kişi, bu anlamda bilim yapmak için bir ön koşul olan ve teoloji yapmak için olması gereken alçakgönüllülüğü kazanabilir. Ayrıca, çelişkinin, kişinin her zaman gerçek ilişkinin potansiyel bir bedeli (“maliyetli lütuf”) olan temel hipotezini altüst edecek kadar şiddetli büyümesi de mümkündür.
Felsefi sonluluk kategorisini kullanırsak, standart Büyük Patlama kozmolojisinin ve creatio ex nihilo’nun tutarlı bir şekilde etkileşime girebileceğini bulduk. Yani, t = 0’daki ilk tekillik, belirli bir sonluluk biçimiyle (yani geçmiş zamansal sonluluk) iyi bir şekilde uyuşuyor gibi görünmektedir ve sonluluk, ex nihilo geleneğinde yaratılışla ilgili merkezi bir iddiadır. Ancak Büyük Patlama kozmolojisi, daha önce gördüğümüz gibi, şu anda kuantum fiziğinin uygulanmaya başlamasıyla değiştiriliyor. Oldukça spekülatif olmasına rağmen, Hawking/Hartle’ın “evrenin kuantum yaratılışı” modeli, teoloji ve kozmoloji arasındaki ilişkiye büyüleyici bir şekilde meydan okuyor gibi görünüyor. Hawking’e göre evrenin sonlu bir geçmişi olduğunu, ancak “t = 0”da geçmiş tekilliği olmadığını hatırlayın; evren zamansal olarak sonlu ama sınırsızdır. Eğer yaratılışın teolojik anlamını çok dar bir şekilde standart kozmolojide “t = 0” oluşumuna indirgeseydik, burada bir sorunumuz olabilirdi. (Bununla birlikte, Carl Sagan’ın Hawking’in kitabına yazdığı Giriş kısmında ortaya koymaya çalıştığı iddia – yani, Tanrı’nın yapacak hiçbir şeyi kalmamıştır – burada sorun bu olmayacaktır. Bu tür deizm, t = 0’ı Tanrı’nın varlığına doğrudan delil kabul eden teologlar tarafından uzaktan bile varsayılamaz. Onlara göre, tüm çağdaş teoloji için olduğu gibi, şu ya da bu şekilde, Tanrı sadece evrenin başlangıcında değil, evrenin her yerinde eylemde bulunur.) Yine de iki dünyayı ayrı tutsaydık, öğrenecek hiçbir şeyimiz de olmazdı. O halde başka hangi seçenek var?
Standart Büyük Patlama modelinden kuantum yer çekimine geçişinde ders aldığım şey, “sonluluk” ile ne demek istediğim konusunda bir kez daha teolojik olarak çok kesin olmam gerektiğidir. Büyük Patlama’dan Hawking’in modeline geçiş, felsefi sonluluk kategorisinin ampirik anlamını değiştirir; yoksa onu anlamsız kılmaz. Hawking/Hartle ile evren hâlâ zamansal olarak (geçmişte) sonludur, ancak başlangıçta bir tekilliği yoktur. Bu nedenle, modellerdeki kayma, teoloji ve bilim arasındaki uyum biçimini, sınırlı zamansal geçmiş sonluluğun birinden (Büyük Patlama modelinde bulunur) bir sınırsız zamansal geçmiş sonluluğa (Hawking önermesinde bulunur) değiştirir. Bu nedenle, creatio ex nihilo hakkında teoloji yaparken, geçmiş zamansal sonluluk meselesini geçmişin sınırlılığı meselesinden ayırmamız gerekir. Hawking’in önermesinin bize öğrettiği şey, prensipte kişinin sonlu bir geçmişe sahip olmak için sınırlı bir geçmişe sahip olması gerekmediğidir. Bu ayrım, Hawking’in önermesinin kaderi ne olursa olsun geçerlidir.
Bu nedenle, teolojik olarak çok değerli bir şey öğrendik: ex nihilo geleneğinin temel bir kategorisi olan yaratılmışların sonluluğu, sınırlılık gerektirmez. Yaratılışın bir başlangıcı olduğunu zorunlu olarak iddia etmeden, yaratılışın zamansal olarak sonlu olduğunu iddia edebiliriz. Dolayısıyla, teolojik iddiamız, zamansal sonluluğu da içerdiğinden, salt ontolojik sonluluktan (“iki dünya” yaklaşımının savunacağı sınırlama) daha fazlasını içerebilir; yine de, Tanrı’ya inancın temeli olarak böyle bir kozmik başlangıca bakmak şöyle dursun, zamansal sonluluğu kozmik bir başlangıçla özdeşleştirecek kadar ileri gitmesine gerek yoktur. Bunun bir Hristiyan yaratılış doktrini için son derece önemli bir nokta olduğuna inanıyorum; bu nokta, yalnızca araştırma bilimiyle etkileşime girme ve daha önceki teolojik görüşlerimize meydan okuma isteğimizle kazanılan bir noktadır.
Örnek Olay 2: Mümkünlüğün İnsan Şekli Olarak Antropik İlke
“t = 0” problemiyle birlikte, son zamanlarda “Antropik İlke” olarak adlandırılan ilkeye büyük ilgi gösterilmiştir. Bu İlke çeşitli biçimler (zayıf, güçlü, kozmolojik, vb.) alsa da, evrendeki yaşamın evriminin, bir bütün olarak evrenin son derece kesin belirli özellikleriyle çok yakından bağlantılı olduğu gözlemiyle başlamaktadır.
Bilim uzun zamandır, doğru gezegensel koşullar sağlandığında, bir tür yaşam biçiminin biyolojik evrim yoluyla ortaya çıkacağını savunmuştur; Tanrı’nın yaşamın Tasarımcısı olarak adlandırılması gerekmez (ve adlandırılmamalıdır). Ancak 1970’lerin ortalarından bu yana, evren bir bütün olarak biraz farklı olsaydı, bu “doğru gezegensel koşulların” hiçbir zaman ortaya çıkmayacağı giderek daha açık –ve giderek daha hayret verici– hale geldi. John Leslie’nin Universes’i (Evrenler) ya da John Barrow ve Frank Tipler’ın The Anthropic Cosmological Principle’ının (Kozmolojik Antropik İlke)bir incelemesinin gösterdiği gibi, bu konudaki argümanlar ayrıntılı ve hacimlidir. Ancak kritik soru şudur: Evrenimizin genel özelliklerinin görünürdeki “ince ayarı” (fine-tuning), sonuçta, bir bütün olarak (yeryüzü üzerindeki yaşamın hâlâ doğal, evrimsel araçlarla meydana geldiği) evrenin ilahi bir Tasarımcısını çağırabileceğimiz anlamına mı gelmektedir?
Çoğu bilim insanı için cevap basittir: birçok evren (“birçok dünya”) bulunmaktadır. Biz de yaşamın nihai evrimi ile küresel olarak tutarlı olanının içinde varız. Öte yandan, bazılarıysa bir tasarım argümanından yanadır: bizimki bu türden tek evrendir. Bu eşsiz evrenin, yaşamın evrimi için ince ayarlı gereksinimlerle tutarlı olması, onların, evrenin Tanrı tarafından tasarlandığı sonucuna varmalarına yol açar. Bir yaratılış teolojisini desteklemek için t = 0’ı kullanmak gibi, bana öyle geliyor ki, bu, belirli bir teolojik iddiayı (Tasarımcı olarak Tanrı’nın varlığı) bilimin belirli bir “olgusuna” (evrenin görünüşte ince ayarlı özellikleri) dayandırıyor.
Her iki seçeneğe de –“tasarım” veya “birçok dünya”– direnirdim, ancak bu durumda direniş argümanları bir anlamda önceki durumdaki “t = 0”dan daha karmaşıktır. Bana öyle geliyor ki, her ikisi de bilim, felsefe ve teolojideki değişimlere karşı son derece hassas bir şekilde dengelenmiş ve savunmasızdır; dahası, her iki taraftaki kazanımlar, yeni bir yaklaşımla öğrenilebileceklere kıyasla çok az görünmektedir.
Örneğin, “birçok dünya” seçeneği hakkında dikkatlice düşünelim. Bizim evrenimizin (kuşkusuz olanaksız olan) doğasını açıklamak için sonsuz sayıda mevcut, özerk evrenlerin var olduğunu ileri sürmek bilimsel olarak makul müdür? Prensipte gözlemlenemeyen varlıkların varlığının, gözlemlenebilecek olanı açıklamak için varsayılması gerekir mi? Lakin burada bile dikkatli olmalıyız. Görünür evrenin, ezici bir şekilde geniş bir evrenin yalnızca çok sınırlı bir alanı olduğu enflasyon modellerine dayanan çarpıcı argümanlar oluşturulabilir. Her alan, bizim hayatımızdaki yaşamın evrimini açıklamak için gereken “birçok dünya”dan biri olabilir. (Tabii ki, bir teist, tüm evrenleri veya hepsini yöneten doğa yasaları vb. Tanrı’nın tasarladığını öne sürerek buna karşı çıkabilir. Ve böylece argüman, artan soyutlama merdiveninde ilerlemeye devam eder.)
Öte yandan, bizimkinin tek evren olduğunu varsayalım. Bu, onun “tasarımının” zorunlu açıklaması olarak bizi Tanrı’ya mı götürür? Hiç sanmıyorum. Nihayetinde, bir tasarım argümanı birkaç derin teolojik karışıklığı ortaya çıkarır. Bu durum, açıkça, kişinin elde ettiği “Tasarımcı”nın istediği kişi olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir: Tasarımcı (ve Tasarımcı tam olarak hangi yönlerden) İncil’deki Tanrı ile tözsel olarak ilişkili midir? Bu, elbette, filozofların Tanrı’sı ile vahyin Tanrı’sı arasındaki ilişkiye yönelik uzun süreli (perennial) teolojik meselenin bir çeşididir. Ancak genel olarak, birincil teolojik kanıtlar için bilimsel verilere başvurma konusunda çok şüpheliyim.
Her iki seçeneği de -tasarım ve birçok dünya- reddetmemizi ve kozmolojik ince ayarın, hem bir bütün olarak evrenin hem de onun parçalarının Yaratıcısı olarak Tanrı hakkındaki teolojik dilimizi nasıl şekillendirebildiğine bakmamızı öneriyorum. Bunu görmek için, doğal sabitlerden biri olan Planck h sabitine odaklanalım. Planck sabiti, atom fiziğinde atomik ve atom-altı süreçlerin incelenmesinin temel bir parçasıdır. Klasik bilimde, bir parçacığın konumunu ve momentumunu sonsuz hassasiyetle ölçebileceğimizi düşünürdük. 1920’lerin ortalarında ortaya çıkan Heisenberg belirsizlik ilkesinin ardından, artık konum ve momentum değişkenlerinin yalnızca belirli bir doğruluk derecesinde ölçülebileceğine inanıyoruz. Konum ve momentumdaki belirsizliğin çarpımı, Plank sabitinin 2p veya ’ye bölünmesiyle elde edilen değerden büyük veya ona eşit olmalıdır. Planck sabiti atomik ve atom-altı süreçlerin incelenmesinde ortaya çıksa da, ona evrenin hem parçaları hem de bütün yapısıyla ilgili olarak bakmamızı öneriyorum.
Planck sabiti, yaşamın evrimleştiği evrenin her bir parçasıyla yakından bağlantılıdır. Kuantum fiziği, biyolojik evrimi yönlendiren genetik çeşitlilikte önemli bir rol oynamaktadır. Planck sabitinin sayısal değeri biraz farklı olsaydı, yaşam bizimki gibi bir gezegende evrimleşemeyecekti. Bu nedenle Planck sabiti, yaşam ve sezgi olgusuyla bağlantılıdır; dolayısıyla, yaşamla dolu bir evrenin biyolojik süreçlerinin mümkünlüğünün/olumsallığının bir parçasıdır ve yaşamın, biyolojik evrim yoluyla yaşamı yaratan Tanrı’ya bağımlılığının bir işaretidir, ki burada kuantum fiziğinin rolü de bulunmaktadır.
Planck sabiti aynı zamanda bir bütün olarak evrenin genel, fiziksel karakterine de katkıda bulunur. Büyük Patlama’dan sonra bir anda evren tek bir temel etkileşim tarafından yönetilmekteydi; evren ilk başta, mikroskobik olduğu için bir kuantum fenomeniydi. Planck sabitinin değeri olduğundan farklı olsaydı, evren biyolojik yaşamın başlaması için doğru astrofiziksel ve jeolojik koşulları asla üretmeyebilirdi. Bu değer olmadan, evrimin fiziksel ön koşulları –helyumun kozmolojik üretimi, galaksilerin, yıldızların ve gezegenlerin oluşumu vb.– asla gerçekleşmeyebilirdi. Bu nedenledir ki, Planck sabitinin değeri, evrenin küresel, fiziksel karakteri için esastır.
O yüzden, Wolfhart Pannenberg’in de iddia ettiği gibi, “evren bir bütün olarak ve tüm parçalarıyla mümkün” olabilir. Ancak bilim aracılığıyla keşfettiğimiz şey, filozofların ayırt edilebilir olarak kabul ettiği bu iki tür mümkünlüğün aslında Planck sabitinin rolü tarafından karşılıklı bir şekilde deneysel olarak sınırlandırıldığıdır. Aslında, Planck sabiti, bütünün mümkünlüğü ile parçaların mümkünlüğü arasındaki ortak faktör olarak, onları saf felsefi spekülasyondan öğrenemeyeceğimiz bir şekilde birbirine bağlar. Bu nedenle, felsefi mümkünlük aracını teolojide uygun şekilde kullanmak için bilime dönmemiz gerekmektedir.
Buradan çıkaracağımız teolojik ders şu olmalıdır: bir yaratılış teolojisinin gerektirdiği şeyin bir parçası olarak evrenin mümkünlüğünden bahsettiğimizde, bir bütün olarak evrenin mümkünlüğünün, evrim sürecinin her adımında evrenin mümkünlüğü ile yakından bağlantılı olduğunu anlamalıyız. Bu, bütünün parçaları belirlemesi ya da bunun tam tersi demek değildir; daha ziyade (kuantum olumsallığına göre) bütün ve parçalar tek bir mümkün olgu tarafından, Planck sabitinin değeri tarafından birlikte belirlenir. Tanrı’nın özgür, yaratıcı eyleminin en az bir etkisini daha doğru bir şekilde burada bulabiliriz.
Ayrıca, bir bütün olarak evrenin mümkünlüğü, her bir parça ve süreçteki evrenin mümkünlüğlüğüne doğrudan bağlıysa, o zaman Tanrı’nın evreni her bir süreç yoluyla yaratma eylemi, Tanrı’nın bir bütün olarak evreni şekillendirme eylemiyle ilgilidir; yani, creatio ex nihilo, creatio continua ile yakından ilişkilidir. Özünde, Tanrı’nın evreni yarattığı eylem, bir özgürlük ve kısıtlama diyalektiği gerektirir. Doğada, burada Planck sabitinin değeri ve onu içeren yasalarla temsil edilen mümkün, özgür bir unsur bulunmaktadır; bunlar olduklarından başka bir şekilde de olabilirlerdi. Yine de bu değer, doğanın hem küresel hem de mikroskobik özelliklerinin çoğunu belirler. Bu demektir ki, doğa bilimleri bağlamında Tanrı’nın dünyayı ve insan yaşamını yaratma eylemi hakkında konuşursak, evrenin genel olarak açık uçlu, fiziksel karakterinin ve açık uçlu, biyolojik zaman içinde evrimin karakteri, Planck sabitinin değerinin yaratılmasından ortaya çıkmıştır. Tanrı yalnızca bu açık süreçler içinde ve bu süreçler aracılığıyla yaratmaya devam etmekle kalmaz, aynı zamanda onları tanımlayan ve birleştiren yasaların baskın biçimini de yaratır. Planck sabitinin (ve diğer doğal sabitlerin) hem kozmik hem de sıradan ölçeklerde oynadığı benzersiz rolde bu birliğin açık kanıtını görmekteyiz.
Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, Tanrı’nın, Planck sabiti de dâhil olmak üzere, temel sabitlerin değerlerini özgürce seçtiği söylenebilir. Ancak bu seçimde, ok yaydan çıkmıştır: Tanrı, kuantum fiziğinin rolünü hem kozmik hem de mikroskobik ölçekte bağımsız bir şekilde seçemez. Tanrı’nın, Planck sabitinin değerini ve onun içinde meydana geldiği yasaları ex nihilo seçme özgürlüğü, hem küresel hem de yerel olarak etkilere sahiptir ve kozmosun etki alanı boyunca Tanrı’nın devam eden yaratışının anlamını şekillendirir. Tanrı’nın Planck sabitini seçmesi, hem Tanrı’nın aracılığıyla sürekli olarak eylemde bulunabildiği (creatio continua) evrenin açık karakterine izin verir, hem de sezgi ve ruh üretmeden önce milyarlarca yıllık evrimsel mücadele, ıstırap ve yavaş bir ortaya çıkış gerektiren bir evren türü olmasını şart koşar. (Bu, kötülük ve teodisenin teolojik sorunlarına bile değinerek, yaratılış ve kurtuluş arasında yeni bağlantılar sunuyor gibi görünmektedir.)
Bu basit, başlangıç niteliğindeki örneklerden bile bilimin, ibadet eden topluluğun dinî deneyimlerindeki meşru temellerini önleyemeden, Hristiyan inancının temel iddiaları üzerindeki teolojik düşünceyi eleştirel olarak şekillendirebileceğini ve anlam verebileceğini görebildiğimize inanıyorum. Mesele, Antropik İlke’nin gerçekten bir tasarım argümanı veya Tanrı’nın varlığının kanıtı için bir temel olarak hizmet etmesi ya da zorunlu olarak dini yok sayan çok-dünyalı bir argümana yol açması değildir. Daha ziyade, öğrendiğimize inandığım şey, evren ve onun içindeki yaşamın ortaya çıkışı hakkında teolojik olarak düşündüğümüzde, bilimin, ilahi yaratıcılığın çok farklı görünen alanları arasındaki ilişki hakkında hayati bir ipucuna katkıda bulunduğudur: Tanrı’nın bir bütün olarak evreni çerçeveleme vizyonu ve Tanrı’nın elinin onun içindeki her bir dokuyu sanatsal bir şekilde işlemesidir. Bilim böylece daha sadık ve yeni bir anlayışla teoloji yapmamıza yardım edebilirse, kesinlikle artan ilgimizi hak etmektedir.
Makalenin Alındığı Kaynak: Robert John Russell, Theological Lessons from Cosmology: Two Case Studies, CrossCurrents , 41/3 (FALL 1991), pp. 308-321
Okuma Önerisi
Fiziksel kozmolojiye bir giriş için, bkz. Timothy Ferris, Coming of Age in the Milky Way (Morrow, 1988); John Horgan, “Universal Truths; Trends in Cosmology,” Scientific American, October 1990; Joseph Silk, The Big Bang: The Creation and Evolution of the Universe (W. H. Freeman, 1980); James S. Trefil, The Moment of Creation: Big Bang Physics from Before the First Millisecond to the Present Universe ( Scribner’s, 1983); ve Steven Weinberg, The First Three Minutes: A Modern View of the Origin of the Universe (Basic Books, 1977); Stephen W. Hawking, A Brief History of Time: From the Big Bang to Black Holes (Bantam, 1988).
Fiziksel kozmolojideki felsefi meselelere bir giriş için, bkz. “Contemporary Cosmology and Its Implications for the Science-Religion Dialogue” by William Stoeger in Russell, Robert J., Stoeger, William R., and Coyne, George V., eds., Physics, Philosophy and Theology: A Common Quest for Understanding, (University of Notre Dame, 1988). Yaratılış teolojisine yönelik bir arka plan için, bkz. Langdon Gilkey, Maker of Heaven and Earth: The Christian Doctrine of Creation in the Light of Modern Knowledge (University Press of America, 1959; 1985); Philip J. Hefner, “The Creation,” Christian Dogmatics içinde, eds., Carl E. Braaten ve Robert W. Jenson (Fortress Press, 1984).
Yaratılış teolojisi ve bilim arasındaki tarihsel ilişkiye yönelik son zamanlardaki tartışmalar için, bkz. Christopher Kaiser, Creation and the History of Science (Marshall Pickering, 1991). Eugene Klaaren, Religious Origins of Modern Science (Eerdmans, 1977); David C. Lindberg ve Ronald L. Numbers, eds., God & Nature: Historical Essays on the Encounter between Christianity and Science (University of California Press, 1986) içeren diğer kaynaklar.
Bilim felsefesi ve din felsefesi arasındaki ilişki üzerine muhteşem bir inceleme için, bkz. Nancey Murphy, Theology in an Age of Scientific Reasoning (Cornell University Press, 1990). Ayrıca bkz. Nicholas Wolterstorff, Reason within the Bounds of Religion (Eerdmans, 1976).
Kuantum kozmolojisinin teoloji üzerindeki olası etkisi için, bkz. Chris Isham, “Creation of the Universe as a Quantum Process” Russell içinde, et al., op. cit., p. 375-408. Ayrıca bkz. Willem Bernard Drees, Beyond the Big Bang: Quantum Cosmologies and God (Open Court, 1990).
Antropik İlkeye derin bir giriş için, bkz. John Leslie, Universes (Routledge, 1989). Leslie bu argümanları Russell, et. al., op. cit. dâhil olmak üzere Universes içinde alıntılanan çeşitli çalışmalarla oluşturmuştur. Ayrıca bkz. John D. Barrow ve Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle (Clarendon Press, 1986).
Yaratılış doktrini ve çağdaş bilim üzerine üst düzey bir okuma için, bkz. Arthur Peacocke, Creation and the World of Science (Oxford University Press, 1979), The Sciences and Theology in the Twentieth Century (University of Notre Dame Press, 1981) ve onun daha yakın zamandaki yazıları; John Polkinghorne, Science and Creation (Shambhala, 1988) ve Science and Providence ( Shambhala, 1989); Barbour, Religion in the Age of Science (Harper and Row, 1990); Drees, op. cit., ve Ernan Mc Mullin, “How should cosmology relate to theology?” Peacocke içinde, 1981.
* Prof. Dr. Robert John Russell, Berkeley’deki Lisansüstü İlahiyat Birliği’nde İlahiyat ve Bilim Profesörüdür. Ayrıca İlahiyat ve Doğa Bilimleri Merkezi’nin kurucusu ve yöneticisidir.
** Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam; bu makalenin tercümesinde yardım eden öğrencilerimizden M. Numan Sağırlı’ya teşekkür ederim.
[1] Fizikte, temel parçacığın özünü koruduğu zaman ve mesafe boyunca uzay-zamanda kat ettiği yola verilen ad. (ç.n.)
Araştırma Alanları
Araştırma Alanı Yazıları
Son Yorumlar
Haberler