FELSEFE KOZMOLOJİYLE İLİŞKİLİ MİDİR?

Ernan McMullin*

Çev. Asım Kaya**

Filozofların bugün kozmolojiye (varsa eğer) ne türden katkıları olmalı?[1] Genç kozmologlar jenerasyonu içerisinde en açık sözlülerden biri olan Steven Weinberg’ın bu soruya yönelik cevabı oldukça net görünmektedir:

“Birçok insanın fizikte bulmuş göründükleri çoğu felsefi içeriği anlamakta güçlük çekmekteyim. Uzay-zaman, nedensellik, nihai parçacıklar gibi fiziğin konusu olan pek çok meselenin erken zamanlardan beri felsefenin de uğraş alanı içerisine girdiği gerçeği elbette ki doğrudur. Ancak benim bakış açıma göre, fizikçiler bu alanlarda keşifler yaptıklarında, filozofların spekülasyonlarını onaylamaktan veya çürütmekten çok, bu fenomenlerin filozofların spekülasyon yapma yetkilerinin dışında olduklarını gösteriyorlar.”[2]

P. G. W. Davies, kozmoloji alanındaki son popülerleştirme çalışmasında ise daha katı bir tutum takınmaktadır:

“Evrenin yapısı ve var oluşu hakkında 10 yıllık radyo astronomisinin insanlığa öğrettiği şeylerin binlerce yıllık felsefe ve dinlerin öğrettiklerinden çok daha fazla olması gerçeği hakikaten de çok çarpıcı bir durum.”[3]

Kuşkusuz Davies’in polemik yaklaşımı kozmolojik kavrayışa yönelik felsefi iddialara karşı olmaktan çok, dinî şeylere yöneliktir. Aslında o, “evren neden böylesine büyüktür?” ya da “yerçekimi neden çok zayıftır?” şeklinde sorular sormaya devam etmekte ve bu tür sorular sorabilen kozmologların bunlara cevap üretebilmesi için evrende bulunması gereken niteliklere büyük bir özgüvenle atıf yapmaktadır. Bu “antropik ilkeye” daha sonra tekrardan döneceğiz. Ancak bizatihi Davies’in kendisi bu tarz soruların cevaplarının fiziksel teorilere değil, felsefi temellere dayandığını belirtmektedir. O, meselenin gözlem ve deneyle yanlışlanamayacağını[4] ve bu konunun bilimsel değil spekülatif bir statüde olduğunu söyler. Bu tür spekülasyonların ise hoş görülebilir olsa da, empirik olarak test edilebilir bir metotla ortaya konulmadıkça saygı duyulan bilgi statüsüne erişemeyeceğini de ısrarla vurgular.

Acaba felsefecinin güncel kozmolojik tartışmalara yapabileceği potansiyel katkılara dair yapılan bu karamsar yorum filozoflarca da paylaşılıyor mu? Görünen o ki cevap tümü için hayır. Nitekim geçmiş üç yıl içerisinde Batı Avrupa dillerinde yazılan standart felsefi makaleler bibliyografyasını kısaca bir gözden geçirmek on binden fazla veriden bir düzinesinin kozmoloji başlığı altında yer aldığını gösterecektir. Bu durum ise en kötü ihtimalle konunun profesyonel filozoflar arasında popüler olmadığını gösterir, ötesini değil. Öyleyse acaba Weinberg bu alanda sadece bilim adamlarının söz hakkı olduğunu felsefecilerin ise ilk etapta hiçbir şekilde iddia da bulunamayacağını ileri sürmekte haklı mıdır? Ya da acaba bir felsefe dergisinin asıl mülk sahiplerine başkalarının kendi alanlarında neler yaptıklarını haber vermek dışında kozmolojideki son çalışmaları dikkate almasının herhangi bir makul nedeni var mıdır?

I. Evren Düşüncesi

İlk olarak evren fikrinin (ya da tanımının) ne olduğu hakkında konuşacağım. Bilim adamları genellikle “evren” kavramını fiziksel şeylerin bütününe atıfla kullanırlar. Bu fiziksel bütünlüğe dahil olan şeylerin, prensipte somut araçların erişimine açık hale gelecek şekilde birbirleriyle nedensel bağlantı içinde oldukları varsayılır. Birbirleriyle nedensel açıdan izole bir halde, çoklu evrenlerin bulunup bulunamayacağına ilişkin açık bir soru karşımızda durmaktadır. Bu türden bir izolasyon kriteri uzay, zaman ve nedensellik açısından ifade edilebilirse de bu durum bilimsel çıkarımın alanı içerisinde daha kolay bir şekilde açıklanabilir. Eğer Büyük Patlama’nın ya da mesela kara deliğin ötesinde kalan bir evrenin genel özellikleri hakkında bir çıkarımda bulunabilseydik böylesi bir evrenin de içerisinde bulunduğumuz evrenin bir parçası olarak yorumlanabileceğini düşünmek genel olarak kabul edilirdi. Öte yandan (doğrudan bir nedensel bağlantı içerisinde) ilkesel olarak, evrenin tüm parçalarının belirli bir zamanda dünyadan gözlemlenebilip gözlemlenemeyeceği de açık bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Büyük Patlama’ya göre yaklaşık on milyar ışık yılı uzaklıkta, galaksilerin ışık hızına yakın bir süratte bizden uzaklaştığı bir “ufuk” vardır. Bu modele göre çok daha fazla galaksi bu ufkun ötesine uzandığı için, evrenin büyük bir kısmı bu noktadan itibaren gözlenemezdir. Şimdilik gözlenemeyen bu galaksiler zaman geçtikçe yavaş yavaş dünyadan gözlemlenebilir hale gelecektir. Bunlar da en az komşu galaksiler kadar evrenimizin bir parçasıdırlar. Dolayısıyla varlıkları ve birtakım kapsamlı özellikleri başka zeminlerde doğrulanabilecek hipotezlerden çıkarsanabilir nitelikte olduğu için ufkun ötesindeki bu galaksiler hakkında da söyleyebileceğimiz pek çok şey vardır.

Ancak bu tarz bir çıkarım ne kadar güvenilir olabilir? Ya da (her ne kadar yanıltıcı olsa da) felsefecilerin bazen kullandığı o çarpıcı şekliyle soracak olursak: Evren sadece bir düşünceden (idea) mi ibarettir?* Açıktır ki ortada bir evren düşüncesinin varlığı söz konusudur. Aslında ortada çok sayıda farklı evren düşünceleri mevcuttur. Ancak evrenin kendisinin bir düşünce olduğunu söylemek kategorik bir hata olacaktır. Büyük Patlama ile var olan evren belli bir kütle ve hacme sahiptir. Düşüncelerin ise bu türden bir kütle hacimleri yoktur. Evrenin (sadece) bir düşünce olup olmadığı sorusuyla kastedilen şey büyük patlama modelinde (ya da başka bir modelde) yansıtıldığı üzere ortada herhangi bir evren-düşüncesine karşılık gelen bir şeyin var olup olmadığıdır. Örneğin, geçen asırda birisi şu şekilde bir soru sormuş olabilir: “Isı düşüncesinin tekabül ettiği gerçek bir gösterge var mıdır?”. Bu soru “eğer bilimsel kavramların gerçekçi bir yorumu olduğunu varsayarsak, ısı teorisi ne derece de iyi bir teoridir?” şeklindeki bir soruya da dönüştürülebilir.

Öyleyse “evren sadece bir düşünce midir?” sorusu “Çağdaş kozmolojik modellerin dünyanın yapısına ilişkin bize sunduğu kavrayış ne ölçüde güvenilirdir?” şeklinde de anlaşılabilir. Bu durum realizm ve enstrümentalizmin* yanı sıra realizm ve idealizm tartışmalarından da aşina olunan tüm sorunları gündeme getirmektedir. İdealist, bilimsel teorilerin yapısıyla uyumlu olması gerektiği için zihnin dışında var olan gerçeklik varsayımına meydan okur. Enstrümentalist ise başarılı bir teorinin ilişkili bir modelde varsayılan şeylerin mevcudiyetine inanmayı garanti etmeyeceğini savunur. Bu meseleyi bir kenara bırakıyoruz ve eğer onlara şu ya da bu şekilde realist bir tepki vermişsek okuyucunun müsamaha göstermesini rica ediyoruz.[5]

Yine de kişinin, velev ki genel anlamda realist bir çizgi benimsemiş olsa dahi, kozmolojik teorinin götürdüğü yere kadar gitme yükümlülüğü var mıdır? Parçacıkların varlığını devam ettirmesini sağlayan şey budur. Ancak evrenin belli bir radyuma sahip olduğu ya da genişliyor olduğu varsayımına ne demeli? Sorun öncelikli olarak Büyük Patlama modelinin oldukça spekülatif olması değildir. Daha ziyade bu seviyede bir genelleştirmede birisi, teorinin dünyanın yanı sıra bilme gücü üzerine de yansıtılmasını bekleyebilir. Elbette ki uzay-zamansal olayları belirlediğimiz formal ilkeler kozmolojik teorinin daha genel özelliklerini de belirleyebilir. Dünyanın onlar olmaksızın anlaşılabileceğini nasıl iddia edebiliriz ki? İnsan gibi sınırlı bir varlığın evren hakkında iddialarda bulunmasında cüretkâr bir şeyler yok mudur? İnsanlar neredeyse hayal edilemez bir ölçekte bir bütün olarak nesnellik sergileyen evrenden ziyade kaynağı kendileri olan varsayımlarla daha çok uğraşmıyorlar mı?

II. Kozmolojinin Yeterlilikleri

Bu şekilde veya farklı formlarda dile getirilen sorular defalarca kez tartışılmış ve sükunet ancak geçmiş birkaç on yılda tesis edilebilmiştir. Ortodoks Newtonculuğun hüküm sürdüğü zaman zarfında kozmolojik bir bilimin, yani bir bütün olarak evrenin bilimsel bir açıklamasını ortaya koymanın herhangi bir yolu yoktu. Newton’un sonsuz uzay ve zamanı sözde kozmologlara herhangi bir şey sunmuyordu. Olbers’in paradoksunda gizlenen ipucu normal olarak hiçbir şekilde fark edilmemişti. Kant’ın, teorik akıl yoluyla evrenin inşa edilmesi yoluna gidilmesi durumunda tutarsızlığa düşüleceği şeklindeki uyarısına da ihtiyaç yoktu. Kozmolojinin evrenin kütlesi, hacmi, yapısı, kökeni ve gelişimine ilişkin varsayımsal cevaplar sağlaması ancak 1920’lerde ilk defa genel görelilik teorilerinin inşa edilmesi ve eşzamanlı olarak Hubble’in, galaktik kırmızıya kaymayı (red-shift) keşfetmesiyle mümkün olmuştur.

Gelgelelim yeni kozmolojinin iddialarını kendinden fazla emin ve hatta düzmece bulanlar da yok değildi. Pozitivizme meyilli İngiliz filozof Herbet Dingle, “kozmitoloji” (cosmythology) olarak isimlendirdiği şeye karşı şiddetli bir hücum başlattı. Onun ana hedefi “doğa, duyu algılarından ayrı olarak insan zihni tarafından kavranılan genel prensipler çerçevesinde anlaşılabilir”[6] şeklindeki ilkeyi savunmakla suçladığı Milne ve Eddington’du. O bu görüşü açıkça ama oldukça uygun olmayan bir şekilde “Yeni-Aristotelescilik” olarak görüyordu. Ve adeta bir haçlı ağzıyla, “evrenin tanrı olduğu fikrine tapınan” “evren-tutkunluğundan” (universe mania) dolayı unutulma tehlikesiyle karşı karşıya olan ve Galile’den kendilerine miras kalan “hakikate” karşı borçlu oldukları “sadakati” bilim adamlarına hatırlatıyordu. Dingle kozmolojiyi; “omurgasız retorik”, “aklın felci”, “hayal gücü zehirlenmesi” olarak etiketleyerek kozmolojinin iddialarına en ufak türden sempati duyanları “hain” olarak nitelendirmekte bir an olsun tereddüt etmiyordu.

Eleştirmenlerin tümü itirazlarında bu denli şiddetli değildi. Ancak yeni kozmolojinin neredeyse güvensizlik uyandıracak iki özelliği vardı. Bunlardan ilki kozmolojinin önde gelen isimlerinin ona biçtiği a priori statüydü. Eddington, deneysel gözlemin doğasını analiz etmekten hareketle evrendeki parçacıkların sayısının da dahil olduğu dört “kozmik sabiteyi” çıkarsayabileceğini düşünüyordu. Mezonlar ilk olarak Yukawa tarafından öne sürüldüğünde Eddington bu yeni parçacığa karşı çıkmak zorundaydı. Çünkü mezonların devreye girmesi sadece elektron ve protonlara dayalı olan “kozmik sabiteyi” aşarak evrendeki parçacıkların sayısını arttıracak ve Eddington’un soyut çıkarımının çökmesine neden olacaktı. Ve nihayetinde ince yapı sabitinin 1/137’den biraz daha az farklı olduğu ortaya çıktığında Eddington’un yaptığı analizler onu ve hatta en ateşli savunucularını dahi fiziğin soyutlaştırılması girişiminin henüz oldukça olgunlaşmamış bir seviyede olduğunu kabul etmeye sevk etti.

Ne var ki çoğu kozmolog a prioriye karşı ihtiyatlıydı ve Eddington’un çalışmalarındaki eleştirilere maruz kalmadılar. İkinci özellik ise daha çok problem ortaya çıkarmaktadır. Yeni bilimin dayandığı izotropi, homojenlik ve gözlemci denkliği gibi “kozmolojik ilkeler”, çoğu kişiye kozmosa dair cehaletimiz tarafından bize dayatılan imkânsız bir şekilde idealize edilmiş varsayımlar olarak göründü. Ancak kozmolojinin bu ilkeleri olmaksızın izafi mekaniklerin kendileri de evren-modelleri üretemezler. Dingle bu ilkelere “gözlemin sınırlarını aştığı ve tümevarımdan çıkarsanamayacağı” gerekçesiyle itiraz etmekteydi. Zira ona göre bahsi geçen ilkelerin gerçek bir “Galilecinin” ısrarla sahip çıkması gereken tümevarımsal statüye erişmelerinin hiçbir yolu yoktur. Dingle’dan daha az pozitivizme eğilimli olan diğerleri ise bu tür modellerin, türetilmeleri için gerekli olan aşırı basitleştirilmiş kozmik varsayımlar dışında başka şeyler ortaya koyup koyamayacağını hala ciddi anlamda merak ediyorlardı.

Peki bu süre zarfında neler oldu? Açıktır ki kozmoloji bugün farklı bir statüye sahiptir. Tabii ki de bu durumun ilk faktörü özellikle radyo-astronomisinin zengin alanında yapılan devasa miktardaki yeni gözlemsel materyaldir. Ancak daha da önemlisi özellikle Büyük Patlama taraftarları ve statik evren modeli arasında cereyan eden kozmolojinin ana tartışmasının çözüme kavuşması ve teorinin başarılarıdır. 1965’te diğer modellerin açıklayamadığı ancak Büyük Patlama tarafından daha önceden öngörülen 2.7°K kozmik arka plan ışımasının keşfi tartışmanın seyrini belirleyen bir andı. Kozmologlar artık empirik test edilebilirliğin benzer kriterinin kendi teorilerine de uygulanabilir olduğunu fark ederek biraz daha rahat nefes alabilmişlerdi. Daha sonra kozmik kütlenin dörtte birinde bulunan helyumun kozmik bolluğu öngörülmüştü ki neredeyse tamamının büyük patlamadan sonraki ilk yirmi dakika içinde oluştuğu tahmin ediliyor. Bu tahminin gözlemlenebilir delilleri de giderek artmaya devam etmektedir.[7] Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki kozmolojinin çokça itham edilen homojenik ve izotropik ilkelerinin gözlemsel dayanağı günden güne artmaya devam ediyor. Bunun en çarpıcı kanıtı son zamanlarda %0.1’i içerisinde izotropik olduğu ispatlanan kozmik arka plan ışımasından gelmiştir. Aslında o kadar izotropiktir ki, kozmologlar gözlem ve iyimser bir idealleştirmeyle başlayan şey arasındaki beklenmedik yakın uyumdan oldukça rahatsız oldular.[8]

Belki de daha önemlisi ortaya çıkan tablonun etkileyici tutarlılığıdır. Mesela titreşimli radyo frekans kaynakları (pulsarlar) 1967’de keşfedildiğinde birkaç ay içerisinde bunların süpernova patlamalarından kalan birkaç mil çapındaki küçük nötron yıldızı oldukları açıklandı. Bu tür yıldızları konu alan teori 1930’larda karasal madde ve kuantum teorisi temelinde Zwicky, Oppenheimer ve diğerler tarafından tasarlanmıştı. Enerji ve kütle çekiminin extrem koşulları ile süper nova ve nötron yıldızının yoğunluğu gibi şeylerin hiçbirinin laboratuvarlarda tekrarlanamamasına rağmen karasal fiziğin temel teorilerinin bu oldukça anlaşılması güç koşullara ulaşan varsayımsal uzantısı, pulsar fenomenini oldukça iyi ve ikna edici bir şekilde açıklamaktadır.

Şunu da belirtmekte fayda var ki bunlar ne tamamen tümevarımsal niteliğe ne de Newton’un üçüncü yasasında -ki bu yasaya göre “deneyimlerimizin alanı içerisine giren tüm cisimlere ait niteliklerin diğer tüm cisimlerin evrensel niteliği olarak kabul edilmesi gerekir”-[9] varsayılan doğanın basit benzeşimine dayalıdır. Newton’un yanılgı içerisinde empirik bilimin ilkesel metodu olduğuna inandığı tümevarımsal genelleştirme başka yerlerde aynısından daha fazlasını varsayabilir ve sadece sınırsız ve belirsiz örneklerle doğrulanabilir (tabii ki riskli bir homojenik a priori ilkesi devreye girmedikçe.). Öte yandan varsayımsal-tümdengelimsel çıkarım* varlığına doğrudan ulaşılabilen şeylerden tamamen farklı olan yapıları, süreçleri de belirleyebilir. Bununla birlikte sadece bize görünür olan dünyanın yanı sıra varsayılmış yapılar arasındaki zengin nedensel bağlantılar ile bilimsel hayal gücünün kaynaklarıyla sınırlıdır.[10]

Kozmolojinin esas dayandığı şey daha çok bu güçlü çıkarım modelidir. Ve aslında kozmoloji şu an bu kombine edilmiş doğrulama ve açıklama türünün en dikkate değer başarıyı elde ettiği alanlardan biri olarak görülebilir. Belki de bilim adamlarını en çok heyecanlandıran şey; en genel mekanik teorilerin bilinen kozmolojik verilerin tutarlı açıklamalarını ne dereceye kadar ortaya koyabileceğini ve fiziğin geleceğinin kuasar ve kara delik gibi olağanüstü test alanlarına çok daha fazla bağımlı olabileceğini giderek daha çok fark etmeleridir.

Yakın geçmişte kuantum ve temel parçacık teorilerinin Büyük Patlama’nın ilk anlarından sonra evrenin nasıl geliştiği problemine uygulanmasına yönelik çok büyük çabalar harcandı. Bu noktada çok detaylı bir senaryo oluşturuldu ve bazıları yarı ciddi olmayan bir şekilde fiziksel gerçekliğe konu olan her şeyin o ilk mikro saniye içerisinde ortaya çıktığını belirtti. Bu spekülasyonların bazıları kulağa tamamen eğlenceli gelebilir ancak çoğunluğu ciddi düşünce deneyleri olarak savunulabilir. Elbette standart teorilerin ekstrem koşullara uygulanabilirliğine güvenmemek için güçlü tarihsel gerekçeler vardır. Dahası henüz yeterli bir kuantum çekim teorisi ortaya konulmuş değildir. Öyleyse erken evrenin mevcut rekontrüksiyonunun tarihsel olarak çok fazla ciddiye alınmamasını varsaymak için pek çok neden vardır. Aslında, günümüzde yaşayan bir Dingle, Weinberg’in İlk Üç Dakika’sını bilimin saflığını tehlikeye sokanlar listesine ekleyebilirdi muhtemelen…[11]

Her ne olursa olsun, “tuhaflığı” ve iç çatışmalarının düzensizliği hakkındaki şikayetler hala devam etse de[12] bugün kozmolojinin yeterlilikleri oldukça güvenilir görünüyor.[13] Büyük Patlama modeli iyi bir model olarak bir bilim adamının kendisine güvenebileceği türden kaynakları ortaya koymuştur. Bir kozmolojik model, kimyager veya biyologların ortalama modelinden çok daha fazla yardımcı hipoteze bağlıdır. Öyle ki, büyük patlama ve durağan evren teorisyenleri arasındaki tartışmanın da gösterdiği üzere kuralsızlık karşısında kurallı olandan çok daha fazla bir “serbestlik derecesi” vardır. Yine de her ne olursa olsun Büyük Patlama modeli oldukça sıkı bir güvenilirliğe sahip olacaktı. Tabi bu durum büyük patlama modelinin kesin bir açıklama sağladığı veya nihai olarak statik evren modeli kadar farklı bir modelle değiştirilemeyeceği anlamına gelmez. Ancak bunun ima ettiği şey şu anda evrenin ilgili modelin ortaya koyduğu şeye benzer bir şey olduğuna dair bir güven ölçütüne sahip olunabileceğidir. Başarılı bir metaforun “benzer bir şeyi”, betimleyici bir terimin basit referansını sağlamaz. Ancak o bir fikir olmadığı gibi bir kurgu da değildir.

Evrenin sonlu olup olmadığı sorusu bugün, görece daha basit bir sorudur. Öklitçi olmayan geometrinin kaynakları ve üzerine inşa edilmiş kozmolojik modellerin açıklayabilme başarıları Kant’ın sonlu ve sonsuz şeklinde kurguladığı antinomileri ortadan kaldırmaktadır. Bir zamanlar filozoflar arasında popüler bir konu olan evrenin birliği (unity) konusu, bugün geçmiş yarım yüzyıldaki kozmolojik keşifler temelinde makul bir yolla basitçe ele alınabiliyor. Varsayımsal-tümdengelim modellerinin evrenin en uzak bölgelerine ve bir bütün olarak ele alındığında evrene uygulandığındaki başarısı evrenin temel birliğine güçlü bir şekilde şahitlik etmektedir. Uzak yıldızlardan gelen spektrum veya uzak galaksilerin süratleri dünyada oluşturulan modeller tarafından anlaşılabilir olmaya devam ettiğinde, evrenin tüm parçalarının biz insanlar tarafından oluşturulmuş ve devamlı bir şekilde düzenlenen kapsamlı teorik yapılar aracılığıyla ulaşabilir bir fiziksel ağ içerisinde bütünleşmiş olduğu varsayımına yönelik güven hızla büyümektedir.

III. Felsefenin Katkıları

Artık kozmoloji bilim adamı için saygın bir uğraş haline geldiğine göre felsefenin kozmolojiye ayırt edici bir katkısı var mıdır? Dikkat ettiyseniz “filozof” değil “felsefe” dedim. Zira bilim adamları ve filozoflar arasındaki derinleşen profesyonel ayrımın talihsiz sonuçlarından biri de pek çok kişinin felsefenin (sadece) filozoflar tarafından yapılan bir şey olduğunu zannetmesidir. Ancak felsefi bir mesele ister filozof isterse de bilim adamı tarafından tartışılsın yine de felsefi bir meseledir. Gerçek karakteri kabul edilirse, muhtemelen daha yeterli bir şekilde tartışılacaktır. Yine de şunu vurgulamak gerekir ki çağımızdaki en canlı felsefi yazınlar bilim adamları tarafından ortaya konulmuştur. Bu durumun iki temel sebebi vardır. Birincisi, izafiyet ve kuantum teorisi gibi gelişmelerin ortaya çıkardığı felsefi problemlerin, ortalama bir bilim adamının da ötesinde bilimin karmaşıklığına aşina olmayı gerektirmesidir. İkincisi ise 20. Yüzyılın biliminde köklü kavramsal gelişmelerin yapılmasının, en yaratıcı haliyle felsefenin karakteristik özelliği olan kavramsal şemayı yeniden şekillendirmeyi ve varsayımlara meydan okumayı oldukça sık içermesidir. Einstein’in özel izafiyet kuramındaki başarısı bilimsel olduğu kadar en az felsefidir de. Temel bilim, en yenilikçi haliyle felsefeyle birleşir.

Öyleyse bir bilim adamının makul bir şekilde angaje olabileceği herhangi bir şeyden tamamen farklı olan bir felsefe görevini ayriyeten şart koşmamıza gerek yoktur (Bilim adamları zaten doğal bir felsefe yapmaktadırlar. Çeviren). Her ne kadar astronomlar tarafından yazılan eserlerde “evrenin birliğiyle”* ile ilgili bir bölüm geç ortaya çıkmaya başlasa da[14], bu konu doğrudan bilimsel yöntemlerle ele alınabilecek bir konu değildir. Bu konudaki detaylı çalışmalar kendi başına bilimsel bir teori oluşturmaz. Bilimin birliği hakkındaki tartışmalar, rakip bakış açılarından türetilebilen empirik tahminleri test ederek netleştirilemez. Bilimin “yapılması” ilk etapta tartışmalı konuda benimsenen bakış açısından etkilenmeyecektir. Aslında kimse bir kozmolog olarak iş yapabilmek için herhangi bir bakış açısını benimsemek zorunda değildir. Yine de bilimin birliği sorunu açık bir şekilde ilginç bir konudur. Ve sonuç nadiren kesin olsa da çok sayıda tutarlı argüman ile sorumluluk taşıyarak tartışılabilir. Öyleyse filozofun endişesinin bu örneğindeki meşruiyette herhangi bir şüphe olamaz.

Daha önce gördüğümüz üzere, çağdaş kozmolojiyle ilgilenen filozof için belki de öncelikli konu olan ontolojik anlam sorununun yanı sıra, şu iki mesele de onun zihnini muhtemelen meşgul etmektedir. Birincisi metotlarla alakalı ikincisi ise kavramlar ve asli prensiplerle alakalıdır. Daha önce de gördüğümüz gibi kozmolojinin “bilimsel” karakteri devamlı olarak meydan okumalara maruz kalmıştır. İyi bir “bilim” olarak belli bir akıl yürütmenin parçasını oluşturan parametreler, çalışmasının statüsü hakkında bir problem çıkmadıkça, çalışan bilim adamı tarafından normal kabul edilir. Kozmoloji veya psikanaliz gibi sınır alanlarının bu tür tartışmalara yol açması özellikle muhtemeldir.

Bir teoriyi değerlendirme kriterleri genellikle en zorlu anlaşmazlıkların merkezinde yer alır. Kozmolojik teoriler yanlışlanabilir olmak zorunda mıdır?[15] Bir bilim kriteri olarak yanlışlanabilirlik ne derece doğrudur? Ve tam olarak önemi ve değeri nedir?[16] Popper’ın önerisinin çekici sadeliği uzun zaman önce etkisini yitirdi zira tarihin tanıklığına da hiç güvenilmeyecekse o zaman yanlışlanabilirlik çok kör bir silahtır. Bu soruların “felsefi” olduğunu söylemek, her şeyden önce, bilimin kendisinin soru sormadan bunlara cevap veremeyeceğini hatırlamaktır. Bunlar elbette bilimin tarihine ve mevcut pratiğine sürekli başvurmadan çözülemezler. Ancak, kozmolojiye ilişkin bu sorular felsefenin hemen hemen her alanına yayılmış olan karmaşık mantıksal ve epistemolojik sorunları da beraberinde getiriyorlar. Esasında kozmolojiyi filozof için çekici hale getiren şey de kısmen budur. Zira kozmoloji fizikçinin madde teorileri için olduğu kadar filozofun bilim teorileri için de bir test alanıdır.

Kozmolojinin, belki de bilimin hemen hemen tüm diğer alanlarından daha fazla ortaya çıkardığı ikinci tür felsefi soru da kavram-belirginleştirme (concept-clarification) sorunudur. (Sözgelimi nedensellik ya da uzay-zamana ilişkin) ön varsayımlar yapılır; (uzaktan eşzamanlılığın reddi gibi) sonuçlar keşfedilir. Ve tutarlılık da test edilir. Teorinin en genel ilkeleri ile temel gözlemlerin içinde yer alması gereken kavramsal çerçeve arasındaki ilişki çözülür. Ancak bu durum neden felsefi bir görev olarak anılsın ki? Bilim adamının bu konuda tam bir mesuliyet alması gerekmez mi?

Bu durumu “felsefi” olarak adlandırmak özellikle üç şeye dikkatleri çekmek anlamına gelmektedir. Birincisi, bu tür bir kavramsal analiz, başka bir yerde felsefenin çalışma tarzını tanımlamaya benzer. İkincisi o, kozmoloji tarafından ortaya atılan sorularla ilişkili olması muhtemel olan ve önceden formüle edilmiş felsefi sistemlerin daha geniş bağlamını hesaba katmak zorundadır. Üçüncüsü ise, “sıradan” bilim, farklı yorumların alternatif teorilerin oluşturulmasına bir anda katkı sağlamadığı bu türden konularla çok fazla uğraşmadan yürütülebilir. Elbette ki aykırılık ya da tutarsızlık tehdit edici bir hale geldiğinde ya da radikal bir teori değişimi söz konusu olduğunda 20. yüzyılın biliminin de sıklıkla gösterdiği üzere bu tür kavramsal meseleler kesinlikle kritik rol oynayabilir.

Açıktır ki burada “felsefi” olan ile “bilimsel” olan arasında keskin bir ayrım yoktur. Eski ve artık pek de moda olmayan “doğal felsefeyi” çağrıştıran bu ikisi arasındaki nihai birlik yeniden hatıra gelmelidir. Bir zamanlar “felsefi” görünen şey, başka bir zamanda teorik olarak şu veya bu şekilde empirik olarak test edilebilir formüller ortaya konulduğunda tartışılmaz bir “bilimsellik” hüviyeti kazanabilir. Einstein, Newton mekaniğini kendi kavramları ışığında yeniden şekillendirdiğinde bu durum “bilimsel” bir başarı olarak addedilecektir. Ancak bir Reichenbach ya da bir Grünbaum kuantum teorisinin kavramsal belirsizliklerini ve çıkarımlarını araştırdığında çalışmaları felsefecilere yöneliktir ve onlar tarafından okunur. Bazı açılardan bu matematikçiler ve mantıkçılar arasındaki belirsiz ayrımı çağrıştırır. Bir grup yeni teoriler ve biçimler oluşturmakla meşgul iken, diğerleri onların statülerini açıklığa kavuşturmakla meşguldür. Mantıkçılar, matematikçilere gerçek dünyayla alakalı işler bittikten sonra etrafı toparlamaktan başka bir şey yapmıyormuş görünüyor olabilir. Ancak mantıkçılar yaptıkları katkının matematikçilerin gerçekten neyi iddia ettiklerini ve neyi başardıklarını belirlemenin esas katkısı olarak görürler.

Son dönem kozmoloji tarihinde felsefi açıklamanın gerekli olduğunu ortaya koyan örnekler bulmak hiç de zor değil. March prensibi ve onun genel görelilik ile ilişkisinin statüsü bu konuda güzel bir örnektir. Ya da bir başkası Newton ile Leibniz arasındaki şu tartışmayı anımsıyor olacaktır: Maddi nesnelerin ve onların uzamsal-zamansal ilişkilerinin üstünde ve ötesinde yer alan “gerçek” bir uzay-zaman kabulüne bağlı mıyız? Göreli eylemsizlik kuvvet teorisi tarafından çözülmekten uzak olarak, relativistler ve somut görüş taraftarları arasındaki bu tartışma yeni bir yoğunluk kazanmıştır. Öncekinden çok daha açık olarak şu an bu konunun tamamen “felsefi” bir tartışma olduğu ve hiç de daha az bir öneme sahip olmadığı gösterilebilir.[17] Öte taraftan geçmişin zorlu kozmolojik bilmeceleri -özellikle de sonsuzlukla ilgili konular- ileri düzey felsefi tartışmalar tarafından değil son zamanlardaki matematiksel bilgideki gelişimlerle çözülmüş ya da en azından açıklığa kavuşturulmuştur.[18]

Genel olarak “kavramsal” olarak adlandırılan konular arasında, özellikle canlı tartışmalara yol açan iki konu vardır. İkisi de yeni konular değil ancak yakın dönem kozmolojisinde yeni formlar kazanmışlardır. Bunlardan ilki yaratılış problemi diğeri ise evrenin neden bu şekilde olduğunu sorgulayan kozmologların ilgilendiği “antropik ilkedir”. Kozmolojinin filozofa ne türden sorular sunabileceğini göstermek adına bu iki tartışmayı detaylı bir şekilde ele almak kayda değer olacaktır.

IV. Kozmoloji ve Yaratılış[19]

Zamanın bir başlangıcı ve sonu olmadığı düşüncesi Aristoteles ve Newton’un doğal felsefelerinde oldukça açık bir şekilde yer almaktadır. Geçmiş zamanın uzantısı sonsuz olmalıdır. Ne var ki kutsal kitabın kozmolojik köken açıklamasını benimseyenler için aslında evrenin bir başlangıcı varmış gibi görünmektedir. Newton bu iki iddiayı da uzlaştırmak için nispeten kolay bir yol bulmuştu: maddi evren geçmişte sonlu bir zaman diliminde Tanrı tarafından var edilmişti ancak içerisinde ortaya çıktığı uzay ve zaman ise aynı ölçüde sonsuzdu. Orta çağ Aristotesçileri madde ve zamanı birbirinden ayırma konusunda pek istekli değildiler: eğer maddenin bir başlangıcı varsa öyleyse zamanın da olmalıydı.[20]

Agustinusçu klasik köken açıklaması yaratılışı Tanrı’nın tek bir zamansız eylemi haline getirdi. Bu eylem zamanın kendisinin ve zamanın ölçüsü olduğu değişen şeylerin bir araya geldiği bir eylemdir. Zaman, neden, başlangıç gibi kavramların detaylı bir analiziyle Aquinas, Aristotelesçi bir çerçevede doğal aklın zamanın bir başlangıcı olduğunu ortaya koyamasa da bu tür bir iddiayı varsaymasının kendi içerisinde çelişkili olamayacağını göstermeye çalışmıştır. Yine de doğal felsefe ile Hristiyan dünya görüşü arasındaki gerilim ne Aquinas’ın ne de Newton’ın çabalarıyla gerçekten çözülmüş değildi. Üstelik Boneventure ve Leibniz gibi pek çok isim, bir Aristotelesçi’nin (ya da duruma göre bir Newtoncu’nun) Yaratılış (Tekvin) kıssasını kabulde samimi olamayacağını vurgulamada ısrarcıydılar.

Mevcut Büyük Patlama modeli 10 ve 20 milyar yıl önce bir yerde evrenin genişlemeye başladığı bir tekillik (singularity) varsaymaktadır. İlk defa doğal felsefe kendi kaynaklarıyla buna benzer bir zamanın başlangıcı fikrini ilerini sürmüştü. Bilim adamı veya bilim adamı olmayanların bu ufuk olayından “yaratılış” ve zamandan da “evrenin yaşı” olarak bahsetmelerine şaşmamak gerekir.

Ne var ki bu özdeşleştirme hemen iki türlü itiraza sebebiyet vermiştir. Büyük Patlama’dan önce büyük bir sıkışmanın (big squeeze) söz konusu olmadığı (ki bu Lemaitre modelinin yol açtığı ilk tartışmalarda dile getirdiği bir noktadır) ne malum? Tıpkı geniş ölçekte Vico’nun döngüsünde* (Vico’s ricorso) olduğu gibi neden bitmez tükenmez bir döngü serisi meydan gelmiş olmasın? Büyük bir sıkışma önceki tarihin tüm izlerini yok edecek olsa dahi, önceki durumların bazı genel özelliklerinin (döngünün periyodu gibi mesela) çıkarsanması muhtemeldir.[21] Büyük Patlama’dan önce gelen bir evren hakkında konuşmak tamamen “farklı” bir evren hakkında konuşmak anlamına gelse bile bir sonraki aşama için gereken “materyalleri” sağladığı için bizimkiyle “aynı” türden bir evren olması hala meşru bir düşünce olacaktır. Böylece otomatik olarak Büyük Patlama ne zamanın ve evrenin başlangıcı olarak ne de meydana geldiğinden beri geçen zaman evrenin “yaşı” olarak kabul edilemez.[22]  Hatta kozmolojideki gelişmeler bizi genişleyen “kapalı” bir evren modeli[23] yerine sonsuz bir “geri tepmeden” ziyade süresiz olarak genişleyen “açık” bir evren modelini seçmeye götürse bile bu durumun, maddenin tekillik yoluyla erişemeyeceğimiz olası bir ön aşamasının olduğu düşüncesini dışladığı pek söylenemez.

Öyleyse, Büyük Patlama’yı zamanın bir başlangıcı olduğuna işaret eden bir şey olarak değerlendirmemiz için ikna edici bir gerekçe yoktur. Öte yandan onun neden böylesi bir başlangıcı ima etmeyeceğine dair zorlayıcı bir gerekçe de mevcut değildir. Mario Bunge bilimin, evrenin mutlak bir başlangıcı olduğu fikrini ileri süren bu türden “irrasyonel ve test edilemez” düşünceleri dışlayacak “genetik bir prensibe” ihtiyacı olduğunu ileri sürer.[24] Onun argümanına göre “doğanın bilinen kanunları”, bir öncül açısından açıklamanın her zaman mevcut olmasını gerektirir. E. H. Hutten da benzer bir iddiada bulunur. Ona göre ilk olay düşüncesinin bir anlamı yoktur zira “daha önce ne oldu?” sorusu her zaman sorulabilir.[25] Elbette en şiddetli itiraz mutlak başlangıç düşüncesinin “idealist” imalar içereceğini düşünen Marksist-Leninist yazarlardan gelmiştir. Zira bu düşünce herhangi bir olayda sabit kanunları ihlal etmekte ve diyalektik materyalizmin temel ilkeleriyle çelişmektedir.

Her türden mutlak bir başlangıç fikrinin fizik yasaları tarafından dışlanacağı düşüncesi Aristotelesçi bir argümanı anımsatır ki benzer bir durum orta çağ eleştirmenleri tarafından da hararetli bir şekilde tartışılmıştır. Buradaki esas sorun bu tür kanunların modelde varsayılan tekilliğe uygulanabilirliğidir. Hawking ısrarla “normal” fizik kanunlarının tekilliğe özellikle de tüm evreni içeren bir tekilliğe uygulanmasını beklememek gerektiğini ileri sürer.[26] Bilim adamına belli bir olayı açıklamak için her zaman daha önce gelen bir olaya bakmasını söyleyen ya da belli türden yasaların başarısız olduğunu kabul etmeden önce her türlü alternatifi değerlendirmeyi salık veren bir genetik prensip ilk etapta oldukça başarılı görünen bir metodolojidir. Bilim adamları Büyük Patlama’nın bir önceli olmadığını kabul etmemek zorunda değildir: yasa benzeri bir alternatif ortaya koymak için ellerinden geleni yapmak zorundadırlar. Ancak bu demek değildir ki büyük patlamanın bir önceli olmak zorundadır ve yasaların başarısı da mutlak bir başlangıcın imkânsız olduğunu göstermektedir. Bu türden metafiziksel bir varsayım, iddiasını temellendirebilmek için genetik ilke ve yasaların korunumu prensibinin bu noktaya kadar ki başarısına yönelik tümevarımsal bir itirazdan daha fazlasını gerektirecektir.

Burada ulaştığımız sonuç şudur ki Büyük Patlama modelinin başarısı, evrenin bir “başlangıcının” buradan nasıl görüneceğini ilk defa bilimsel terimlerle incelemenin bir yolunu sunmasıdır. Ancak bu noktada ikinci bir soru ortaya çıkar: tekilliğin mutlak bir başlangıç olduğunu varsaydığımızda bu durumu “yaratılış” olarak adlandırabilir miyiz? Yaratılış bir yaratıcının eylemidir. Gelişigüzel nedensiz bir başlangıç “yaratılış” olmayacaktır. Bu durum mutlak bir oluş olurdu başka bir şey değil. “Yaratılış” kelimesi bir açıklamadır salt bir betimleme değil. [27] Olay ufkunun yaratılış olduğunu söylemek onu, eylemiyle zamanı var eden, zaman dizisinin dışında olan bir nedenle açıklamak demektir. Açıktır ki bu tarz bir açıklama bilimsel bir açıklama değildir ki bilimin kendisi yeterince güçlü bir nedensellik ilkesini inşa edemez. Peki felsefe inşa edebilir mi? Hume’a gelinceye kadar genel olarak edebileceği varsayılırdı ancak Hume ve hatta Kant’ın eleştirileri filozofları “kozmolojik” argüman olarak adlandırılan şeye karşı ihtiyatlı hale getirdi. Mesele hala hararetli bir tartışma konusudur[28]; bununla birlikte meselenin bir noktada felsefi bir mesele olduğu konusunda genel bir uzlaşı vardır.

Peki Büyük Patlama’nın konuyla bir irtibatı var mıdır? Eğer evrenin zamanın bir noktasında bir “başlangıcı” olsaydı bu durum bir yaratıcının gerekli olduğu iddiasını, evrenin her zaman var olduğu düşüncesinden daha güçlü kılar mıydı? Muhtemelen soruya muhatap olan birisinin cevabı sezgisel olarak “evet” cevabına daha meyilli olurdu. Ezeli olarak var olan bir evrenin, kendi kendine yeter olması başlayan bir evrenden daha makul bir aday gibi görünebilir. Ancak yine de kişinin “başlangıç” kavramıyla ilgili bu çıkarımı konusunda dikkatli olması için yeterince güçlük vardır. Bu konuda söylenecek olan şey: “tıpkı geçmiş batı düşüncesinde de kanıksandığı gibi, eğer evrenin bir başlangıcı olsaydı o zaman bu başlangıç kozmologların şu an hakkında konuştuğu Büyük Patlama tarzındaki bir şey gibi görünürdü” olurdu. Söylenemeyecek şey ise: “Büyük Patlama modeli bir yaratıcının varlığını gösteren “kozmolojik” argümanı bir şekilde doğrulamıştır” olurdu. Zira bu yönde yapılan bir çıkarım işe yaramaz.

Felsefi varsayımların kozmolojinin son gelişimini ne ölçüde etkilediğine dikkat çekmek gerçekten ilginçtir. “Kopernikçi ilkenin” güneş sistemimiz ve galaksimizin ayrıcalıklı bir statüye sahip olmadığı şeklindeki görüşü, açıktır ki işe yarayan pratik bir varsayım değil tamamen felsefi bir düşüncedir. Belki de bu konudaki en çarpıcı örnek 1950’li ve erken 60’lı yıllarda Fred Hoyle’in Büyük Patlama Teorisi’ni reddetmesiydi. O, evrenin tarihinin izinin artık sürülemediği bir geçmiş zaman tekilliğinin iyi bir bilimsel teori olamayacağı konusunda oldukça ikna olmuş görünüyordu (hala da öyle).[29]  Onu rahatsız eden şey Büyük Patlama Modeli ile Batı Dini Düşüncesi arasındaki irtibat idi. 1960’larda Hoyle’i aksine kanıtların artarak devam ettiği statik evren modelini terk etme konusunda gönülsüzlüğe sevk eden şey bahsi geçen “anti-teolojik” prensibin yanı sıra kendi statik evren modelinin öngörülebilir sonuçlarıydı da.

Bu irtibatın Newton’un da kendi sistemini inşa ederken etkilendiği teolojik ilkeyi de içerdiği anımsanacaktır ki bir kozmolojik teorinin kısmen felsefi veya teolojik varsayımlara dayanması, onun itibarının zedeleneceği anlamına gelmez. Kozmolojinin itibarının sarsılması ancak bu tür varsayımları inancın basit ilkeleri[30] olarak görmek ya da ilgili prensipleri kimi noktalarda gereksiz olsalar bile bilime kılavuzluk konusunda onları takip etmeye devam etmek ile olacaktır.[31]

V. Antropik İlke[32]

On dördüncü yüzyılın en canlı tartışmalarından biri fiziğin ilkelerinin (Aristotelesçilerin ileri sürdüğü gibi) zorunlu mu olduğu yoksa (nominalistlerin ısrar ettiği gibi) mümkün/olumsal mı olduğu problemi üzerine odaklanıyordu. Evren olduğundan daha farklı bir şekilde de olabilir miydi? Aristotelesçi görüşe göre fizik sezgisel olarak açık olan prensipler üzerine kurulu açıklayıcı bir bilim idi. Olumsallık/mümkünlük ise daha ileri bir açıklama gerektirir: eğer kişi kozmolojik seviyede bir şeyin olduğundan daha farklı olabileceğini görmüşse o zaman o kişi neden o şeyin olduğu biçimi aldığını da açıklamak zorundadır. Oysa zorunlu olan bir şey daha fazla açıklama gerektirmez ve böylece bilimsel bir ilke olarak da telakki edilebilir. Buna yönelik Nominalist-İradeci itiraz ise böyle bir düşüncenin Tanrı’nın seçme özgürlüğünü kısıtlamış olacağıdır. Eğer Tanrı özgür ise, evren sadece olduğu hal üzere olmak zorunda değil aynı zamanda farklı tarzlarda işleyerek farklı türden niteliklere de sahip olabilirdi. Bunun fiziğin özünde açıklanamayan olumsallıkları bırakacağı eleştirisine Nominalistlerin cevabı iki şekilde olmuştur. Birincisi, onlar doğayı açıklayan bir bilimin aldatıcı bir hedef olduğunu ileri sürmüşlerdir ki onlara göre bir tür olasılık elde edilebilecek olanın en iyisidir. İkincisi ise, dünyanın olumsallıkları, Aristotelesçinin Tanrı’nın iradesi açısından kabul etmeye istekli olacağından farklı bir anlamda da “açıklanabilir”. Dünya öyle olmak zorunda olduğu için değil Tanrı’nın o şekilde olmasını istediği için olduğu hal üzeredir.

Benzer bir tartışma günümüzde de cereyan etmektedir. Newtoncu bir evrende olumsallık/mümkünlük terk edilmişti. Kant’ın da yaptığı gibi Newtoncu fiziğin olduğundan farklı olamayacağını ileri sürmek makul görülüyordu. Ancak her yöne giden sonsuz yıldızlar evreni, baştan aşağı “başka türlü de olabilirdi”. Kozmolojideki birleşik kuramlar eski soruları yeniden canlandırdı. Evrilen bir evrende her bir adım bir önceki adım ile açıklanabiliyor. Ancak birisi Büyük Patlama’dan öncesine giderse ne olmasını bekler? Başka türlü olamayacak olan bir durumu mu? Tamamen yapısız bir varlık alanı mı? Eskilerin tabiriyle Bir’de gizil bir çokluk olmadıkça nasıl olur da Bir’den çokluk çıkar? Eğer çıkmışsa bu durum nasıl açıklanmalı?

Meseleye başka bir perspektiften bakacak olursak, tek bir evrene sahip olduğumuza ve bu nedenle zorunluluk iddiasını test etmenin en basit yoluna yani her durumda nasıl meydana gelebileceğini müşahede edemeyeceğimize göre kişi evrenin belirli bir özelliğinin zorunlu mu yoksa mümkün/olumsal mı olduğuna nasıl karar verebilir? Bu durumda zorunluluk argümanı teorik olmak zorunda kalacaktır. Ancak bu tür argümanları inşa etmek zordur ve Eddigton’un daha önceki iddiasında da gördüğümüz üzere kendini kandırmaya müsaittir. Tam bu noktada bilim adamı yakalanır. Zorunluluk durumu onu rahatsız eder, ama yine de olumsallığa kapı açmak da onu pek tatmin etmez. Görüldüğü kadarıyla eğer bir şey başka türlü de olabilirdiyse şu soruya cevap beklemek oldukça makul görünüyor: pekâlâ, öyleyse neden evren şu şekilde değil de bu şekildedir? Açıklamanın yapısında bir sınır mı var ki (neden proton/elektron ve kütleçekim olduğu hal üzeredir sorusunda olduğu gibi) daha ileri sorular sormak gayrı meşru olsun? Ve sadece bu şekilde olan bir ilk duruma geri döndüğümüzde, genetik açıklamanın ötesine geçemeyeceği benzer bir nokta var mıdır?

1973’te Collins ve Hawking, eski sorunun özellikle alaycı bir versiyonunu oluşturdular.[33] Evrenin şu an oldukça yüksek bir izotropiye sahip olduğu biliniyor. Bu, daha önce de gördüğümüz gibi, ilk hesaplama adına varsayılan bir basitleştirme değildir. Hangi başlangıç koşulları böyle bir izotropinin gelişmesine imkân verirdi. (Bilindiği kadarıyla) olası başlangıç koşullarının neredeyse hiçbirinin bunu yapmış olamayacağı ortaya çıktı. Gözlenen izotropi için makul bir oluşum ortaya koymak oldukça zor görünüyor. Bu sadece mümkün değil daha da ötesi son derece olanaksızdır. “Olanaksızdır” zira izotropi, genel görelilik denklemlerine uyan bir evrenin gelişebileceği tüm olası yolların yalnızca inanılmaz derecede küçük bir kısmı tarafından üretilir.[34]

O halde görünüşte imkânsız gibi görünen bir olayı nasıl açıklarsınız? Collins ve Hawking, galaksilerin yalnızca izotropik bir evrende oluşabileceğini savunuyorlar ve yalnızca galaksilerin (dolayısıyla da yıldızlar ve gezegenlerin) olduğu bir yerde yaşam ve daha ziyade rasyonel bir yaşam olabileceğine dikkat çekiyorlar. Eğer evren izotropik olmasaydı, biz onu gözlemleyebilmek için burada olmazdık. Burada olduğumuza göre evren izotropik olmalıdır. Carter’in “Antropik İlke” olarak isimlendirdiği şey budur.[35]

“-Malı” (must) ifadesi burada varsayımsal bir statüdedir. Eğer evreni gözlemleyen varlıklar varsa ve argüman da doğruysa, evrenin izotropik (ve ayrıca çok eski ve dolayısıyla çok büyük) olması gerekecektir.[36] Ne var ki burada zorunluluk sonucun zorunluluğudur. Neden ortada evren gözlemleyebilen varlıklar olmalı? Ortalıkta olmayabilecekleri de söylenebilir. Öyleyse izotropinin varlığı bizim varlığımızı açıklamada yardımcı olabilse de bizim varlığımız izotropiyi açıklamaz. (Eğer varsa) izotropik olmayan bir evrenin gözlenemeyeceği dolayısıyla nasıl olduğunu bilemesek bile evrenin izotropik olmasının mümkün olabileceği gerçeği de bu konuda bir farklılık yaratmaz. Bir evrendeki gözlemcinin varlığı kişinin izotropiyi öngörmesine imkân sağlayabilir. Ancak izotropinin oldukça “olasılık dışı” bir durum olduğu söylendiğinde ve bu durumun neden bu şekilde olduğuna ilişkin bir açıklama aradığımızda gözlemcilerin tahminen en azından eşit derecede olanaksız varlığına başvurmayız. Neden iki ortak şey, yani izotropi artı gözlemci mevcuttur?

Şöyle denilebilir: açıklama artık bitmiştir. Olan ancak göründüğü üzere bu şekildedir ve söylenecek daha fazla bir şey yoktur. Ancak antropik ilke iki ek belirtimden birine veya diğerine izin verilmesi durumunda bir açıklama olarak sunulabilir. Eğer evren, içinde bilinçli yaşamın gelişmesini isteyen bir Yaratıcı’nın eseriyse evrenin amacı en azından kısmen insanın var olmasıdır diyen geleneksel Yahudi-Hristiyan görüşü doğru olmalıdır. Öyleyse insanın dünyadaki varlığı izotropiyi, büyüklüğü, yaşı ve geri kalan her şeyi açıklayabilir. Bunun, dünyadaki fillerin ve karın varlığını basitçe Tanrı’nın iradesine başvurarak açıklayan orta çağ açıklamalarından daha güçlü olduğuna dikkat edin. Yahudi-Hristiyan geleneğinin Tanrı’nın neden insanın Dünya’da var olmasını isteyebileceğine ilişkin nedenleri olabilir. Bu nedenle açıklama sadece varsayılan seçim gerçeğiyle değil, seçim için bazı varsayımsal nedenlerle yapılır. Bu nedenle antropik ilke geleneksel yaratılış doktrini ile güçlendirilirse elbette artık bilimsel bir açıklama olmasa da en nihayetinde bir açıklama sağlar.

Antropik ilkenin güçlendirilebileceği ikinci yol ise tüm olası evrenlerin aslında birbirinden yalıtılmış hale geldiklerini varsaymaktır.[37] Bu durumda artık şu soru sorulamayacaktır: neden diğer olası evren biçimlerinden birinin yerine bu (olasılıksız) evren vardır? Olan her şey “ortada” ki kendimizi diğerlerinden birinde olmaktan ziyade galaktik olanda bulmamız gerektiği o zaman kolayca açıklanır. Eğer tüm arabalar “HUMAN-1” şeklinde aynı yazıyı taşıyorsa neden diğerlerinden ziyade kulağa anlamlı gelen bu ifadenin seçildiği bilinmek istenirdi. Ancak altı sembollü harf ve sayı kombinasyonlarının tümü farklı arabalarda gerçekleştirilmişse, artık bir arabanın üzerinde HUMAN-1 yazması (hala dikkatleri çekse de) o kadar da önemli olmayacaktır. Analoji elbette kesin değildir. Ancak bir alandaki tüm olasılıklar gerçekleşirse, belirli bir tanesinin gerçekleştirilmesinin neden özel bir konu olmaktan çıktığını gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Tabii ki de kozmolojik seviyede kişinin tüm olasılıkların gerçekleşmiş olduğunu nasıl bileceği hala sorulabilir. Ayrıca, bunlardan herhangi birinin neden gerçekleştirilmesi gerektiği de sorulabilir.

Antropik ilke (1) evrenin en temel yapılarının olduğundan daha farklı da olabileceğinden ve (2) evrendeki rasyonel yaşamın gelişiminin, onların aşağı yukarı tam olarak gerçekte olmaları gerektiği gibi oldukları iddiasından türetilmiştir. Her iki önerme de açık bir şekilde hassastır. Örneğin, daha sonraki bir zamanda kozmologların, kendimizi içinde bulduğumuz evren türünü yöneten kozmik parametrelerin olduğundan farklı olamayacağını gösterebilme ihtimallerini dışlamak zordur.[38] Eddinton, Dirac diğer pek çok kişinin bu yöndeki başarısızlıkları meseleyi imkânsız kılmaz. Belki en fazla bu alandaki çabaların henüz olgunlaşmamış olduğunu gösterir. Ancak en azından şimdilik olumsallığın oldukça yerinde göründüğü söylenmelidir.

VI. Kozmolojinin Düzenleyici İlkeleri mi?

Peki söylenecek olan her şey söylendi mi? Yakın zamana kadar filozoflar çok daha sağlam bir iddiada bulunmayı alışkanlık haline getirdiler. Filozofun bilimi önceleyen ve onu düzenleyen bazı genel prensipleri formüle edebileceği konusunda geniş bir uzlaşı mevcuttu. Bu, gördüğümüz gibi, felsefeye çağdaş kozmologların muhtemelen kabul edeceğinden çok daha baskın bir rol atfediyordu.

Bu iddia ne ölçüde makul görünmektedir? Geçmişte bunun için geniş ölçüde üç farklı türden yaklaşım ileri sürülmüştür. Tanıdık isimlerin alındığı tarihsel figürlerin tek bir iyi tanımlanmış açıklama altında toplanamayacak kadar karmaşık olduğu akılda tutulduğu sürece bunlara Aristotelesçi, Kartezyenci ve Kantçı yaklaşımlar denilebilir.[39] Felsefi bir a priori ilkeye dayandığı için Aristotelesçi, Kartezyenci ve Kantçı argümanlardan herhangi birinin günümüz kozmolojisi üzerinde bir etkisi olabilir mi?

Aristotelesçi ya da genel olarak empirist yaklaşım, bilen kişinin hareket, neden, uzay ve benzeri şeylere ilişkin günlük tecrübeler temelinde bazı genel prensipler formüle edebileceğini varsayar. Kullanılan kategoriler sorunsuz bir şekilde anlaşıldığından ve dünyanın en basit deneyimleri tarafından bile doğrulanabildiğinden, ilkeler dünyaya ilişkin genel gerçeklerin karakterini ortaya koyabilir. Kartezyenci ya da genel olarak rasyonalist yaklaşım, bazı fikirlerimizin dikkatli bir şekilde incelenmesinin, aralarındaki zorunlu bağlantıları ortaya çıkaracağını varsaymaktadır. Bu düşüncede fikirlerimizin kendisinin deneyimin özgüllüklerine bağlı olmadığı varsayılır. Kantçı ya da genel olarak idealist yaklaşım en genel anlam kategorileriyle sezginin formlarını deneyimden önce ve onu kurucu (ve düzenleyici ilke) olarak ele almaktadır. Bu şekilde zorunlu türden sentetik a priori ilkeler deneyimin olumsallığından türetilebilirler. Üç durumun her birinde kozmolojik ilkeler farklı bir temele dayanacaktır: İlkinde doğrudan bilinen fiziksel şeylerin doğasına, ikincisinde açık ve belirgin fikirler arasındaki bağlantılara, üçüncü de ise insan anlayışının değişmeyen yapılarına.

Bilim, kökenini gözlemden aldığına göre, geçerliliği o gözlemin bütünlüğüne bağlı olmalıdır. Bu nedenle bilimsel teori, dünyayı “gözlemleme” iddialarının yapıldığı genel çerçeveyi sorgulayamaz. Ancak bu kendi başına birini felsefi a prioriye de bağımlı kılmaz. Günlük gözlemde örtük olan epistemik yapılara bağlılık ne kadar belirgindir?  Bu yapılar bilimdeki değişikliklerden etkilenmeden kalabilir mi? Bilim insanı açısından bu yapılara bağlılık ne ölçüde bağlayıcıdır? Kozmolog için normatif olduğu varsayılan felsefi olarak açıklanmış bir a priori düşünceyi savunanlar, bir tür dilsel işlevselciliğe bağlanma eğilimindedir. Bu varsayıma göre fiziksel dünyayı yöneten genel ilkelerin formüle edileceği kavramlar, kategoriler, biçimler (ya da fiziksel dünyaya ilişkin kavramlarımız veya tecrübelerimiz) bir şekilde bize verilmiştir.[40] Bunların sorunsuz, sabit ve doğrulanmaya ihtiyacı olmadıkları varsayılmıştır. İddia edeceği şeyler hakkında çok fazla dikkatli olmaya çalışmasına rağmen Kant, kendi a priori ilkelerinin ifade edildiği (zaman, madde, neden gibi terimlerin) içeriğinin tüm deneyimlerden önce belirlenmesi gerektiğini hiçbir zaman yeterince açıklığa kavuşturmamıştır. Bu tür terimlerin içeriğinin bilimin ilerlemesiyle değişebileceği ve bu değişikliğin kendisinin, açıklayıcı teorilerin başarısına a posteriori olarak bağlı olan karmaşık bir mesele olduğu, onun zamanında bizimki kadar açık değildi. Bilimin daha gelişmiş bölümlerinde, varsayımsal metotta gizli olan yapıcı güç, eski kavramların yeniden şekillendirilmesine veya yenilerinin formüle edilmesine izin verir.

 Bu nedenle günümüzde, a priori olarak verilen anlamanın ilkelerini ifade eden bir “saf fizik” ile tümevarıma dayanan ve dolayısıyla yalnızca olumsal bir “ampirik fizik” arasında Kantçı bir ayırımı savunmak zordur. Bilim devam edegelen spektruma daha yakın olan şeyler önerir. Filozoflar hala klasik bakış açılarından birinden veya diğerinden (doğal süreçlerin nedenselliği ya da zamanın tersine çevrilmesinin imkansızlığı gibi) ilkeler önerebilirler. Ancak bilimle belirli türden irtibat içinde olmaya izin verme konusunda da istekli olmalıdırlar. Zira uzun vadeli başarılı bilimsel teorilerden gelen bir meydan okuma ışığında ilkenin değiştirilmesi ve zayıflatılması gerekebilir. Filozofun “düşünme yetisinin kendi özsel doğasından”[41] ya da gözlemcinin epistemik statüsünden hareketle düzenleyici ilkeler çıkarsaması imkânsız olmasa da kozmolog için potansiyel öneme sahip gerekli bir iddiaya bu şekilde ulaşılabileceğini iddia etmek giderek daha da zor bir hale gelmektedir.

Bilimi felsefeden tamamen bağımsız kılmak, felsefeyi bilime önceleyip bilim üzerinde normatif kılmak ve ikisini birbiriyle etkileşimli hale getirmek Sovyet bilimini başından beri meşgul ediyordu. Gerçekten de bu üç yaklaşımın savunucuları arasındaki mücadele, 1920’lerde Sovyetler Birliği’ndeki merkezi entelektüel meşguliyetlerden biriydi ta ki 1931’de Stalin’in “normatif” yaklaşımı dayatmasına kadar.[42] Bu mücadelenin yankılarının izleri Sovyet kozmolojisinde de sürülebilir. Sovyetler Birliği’ndeki teorik kozmolojinin başarılı gelişiminin diyalektik materyalizmin prensiplerine bağlılıkla açıklanabileceği Sovyet Bilim adamları tarafından defalarca kez ileri sürülmüştür. En sık başvurulan ilkeler ise, niteliksel sıçramalara yol açan niceliksel farklılık ilkesiyle (örneğin bir bütün olarak evrenin, kendi parçalarından tahmin edilemeyen özelliklere sahip olmasının beklenebilmesi) ve karşıtlar arasındaki mücadele ilkesidir (kararsız yıldız durumlarının önemi ile yıldız ve galaktik oluşumun temel evrimsel karakterini ileri sürmek gibi).[43]

Bazı yazarlar kozmolojiyi genel ilke konularında tamamen felsefeye tabi kılmışlardır. Örneğin Sviderskii’ye göre sonlu evren modelleri diyalektik materyalizmle uyumsuzdur ve sadece sonsuz evrenler diyalektik materyalizm açısından kabul edilebilir. (G. L. Naan gibi diğerleri) ise felsefenin bilimden önce gelmediğini, aslında bilimden türetildiğini böylece bilim açısından normatif olmasına rağmen meşruiyetini bilimin kendisinden aldığını iddia etmiştir. Diyalektik materyalizmin nasıl bir etkiye sahip olduğuna karar vermek zordur çünkü ideolojik nedenlerden dolayı bilim felsefesi olarak baskınlığını vurgulamak önemlidir.     

Ancak her iki seçenek de problemlere yol açar. Eğer a priori türden statüler atfedilirse “bilim öncesi deneyim, bir evren bilimine normatif olarak hizmet edebilmek için yeterince genel ve yeterince kesin ilkeleri nasıl garanti edebilir?” sorusu ısrarla karşımıza çıkar. Eğer durum bilime bağımlı kılınırsa, en genel haliyle kolaylıkla bilimin kendisine indirgenebilir. Marksist-Leninist bakış açısından daha problemli olan şey, bu durumun diyalektik materyalizmi bilimin meydan okumasına karşı savunmasız hale getirebilmesidir.

En ünlü Sovyet kozmolog A. Ambartsumian, kozmolojide diyalektik materyalizmin yönlendirici gücü üzerinde her zaman ısrar etmiştir. Bununla tutarlı olarak, başarılı teorilerin formüle edilmesinde diyalektik materyalizme dayanmasının, onun değerini doğrulamaya hizmet ettiğini savunmuştur. Ne var ki bu tehlikeli bir hamledir. Örneğin bu teorilerden biri, yıldızların evrimiyle ilgiliydi. Ambartsumian; Jeans ve Eddington tarafından savunulan yıldızların geniş zaman aralıklarında bile nispeten değişmediği görüşüne karşı çıkmıştı. Ama şimdi diyelim ki Eddington ve Jeans haklıydılar. Bu, diyalektik materyalizme karşı bir şey olarak kabul edilir miydi? Sovyet kozmologları arasındaki Büyük Patlama modeline karşı yaygın muhalefet, onlara ilham veren felsefeye karşıt sayılmalı mı? Karşıtı mümkün olmadıkça bir sonucun doğrulanamayacağına inanmak için Popperci olmaya gerek yoktur. Jeans ve Eddington’un muhtemelen haklı olamayacağını veya bir bütün olarak evrenin, kendi parçalarında keşfedilebilenlerden farklı özelliklere sahip olması gerektiğini söylemek diyalektik materyalizmin, meşruiyeti bilimden önde gelen ve ona bağlı olmayan bir metafiziği içereceğini ima edecektir.

Sovyet Birliği’nin haricinde, felsefeye kozmoloji hakkında doğrudan rol biçecek olanlar ise oldukça azdır. Whitehead ve Broad gibi filozoflar “birleşik” meşruiyete, yani hem epistemolojik hem de daha özel olarak bilimsel arka plana dayalı güçlü bir fiziksel sistem inşa ettiler. Nihayetinde sorun bir meta-felsefe sorunudur. Tamamen farklı iki entelektüel arayış türü olarak değil, fakat birbirinin devamı olarak görülen felsefi ve bilimsel iddialara uygun olan meşruiyet türüne karar verme sorunudur. Sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiren şey ise, teorik kozmolojinin gelişme temposudur. Bu öyle bir tempo ki meta-felsefenin değerlendirme yapması için ihtiyaç duyduğu zamanı sağlayamayacak kadar hızlı bir tempo.

KAYNAK: Ernan McMullin, “Is Philosophy Relevant to Cosmology?” American Philosophical Quarterly, Jul., 1981, Vol. 18, No. 3 (Jul., 1981), pp. 177-189.

NOT: Bu yazı eğitim ve bilginin yaygınlaşması amacıyla mehmetbulgen.com için Asım Kaya tarafından çevrilmiştir.


* Notre Dame Üniversitesinde Felsefe Profesörü

** Tokat Gaziosman Paşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Felsefesi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

[1] Bu makalenin 4. ve 5. Bölümlerinin özet bir versiyonu 1978 yılında Dusselford’da gerçekleştirilen “Evren Düşüncesi” isimli XVI. Dünya Felsefe Kongresi’nde sunulmuştu. Kongrenin devamında da sunulacaktır.

[2] The forces of nature”, American Scientist, c. 65 (1977), s. 176. Ayrıca bkz. Gravitation and Cosmology, New York, 1972, and The First Three Minutes: A Modern View of The Origin of The Universe (New York, 1977).

[3] Space and Time in the Modern Universe (Cambridge, 1977), s. 211.

[4] A.g.e., s. 192.

* Çevirenin notu: Yazar burada evren düşüncesi ile ne kastettiği konusunda kapalı bir üslup kullanmaktadır. Metnin bütünlüğü içerisinde baktığımızda muhtemeldir ki yazar “evren düşünceden mi ibarettir” ile evrenin deney ve gözlemin haricinde zihin ile de (matematiksel, teorik, spekülatif vs.) anlaşılıp anlaşılamayacağını, kavranıp kavranamayacağını kastetmektedir. Özellikle bir önceki paragrafta çoklu evrenler gibi spekülatif, Büyük Patlama ufkunun ötesi gibi mevcut deney ve gözlem araçlarını aşan noktalara değinmesi bu konuda yazarın kastının ne olduğu konusunda bir ipucu sağlamaktadır. Dolayısıyla yazar evren fikri ile -ilerleyen satırlarda da görüleceği üzere- mevcut olanı açıklama noktasında “modeller” üreterek birtakım kavrayışlar elde edilebileceğini vurgulamak adına evrenin düşünülebilir olduğu yönüne dikkatleri çekmektedir.

* Enstrümentalizm ya da araçsalcılık bir bilimsel kuramın gözlemin ve deneyin dışında kalan olgular ve olaylar hakkında ortaya koyduğu yargının kesin olarak doğru veya yanlış şeklinde değerlendirilemeyeceğini, sadece belirli öngörüler için araçsallaştırılacağını ifade eden felsefi yaklaşım. (Çevirenin notu)

[5] Örneğin bkz. R. Harry, Principles of Scientific Thinking (Chicago, 1970) ; E. McKinnon (ed.), The Problem of Scientific Realism (New York, 1972) ; E. McMullin, “The fertility of theory and the unit for appraisal in science”, Boston Studies in the Philosophy of Science, c. 39 (1976), s. 395-432.

[6] “Modern Aristotelianism”, Nature, c. 139 (1937), s. 784. Buradaki tüm alıntılar şuradandır: s. 784-786. Birkaç ay sonra dönemin birçok önde gelen kozmologun özel bir ek ile bu dil uzatmaya yönelik Nature’ye verdikleri cevap için bkz. (c. 39 (1937), s. 997 1012).

[7] Bkz. See H. L. Shipman, Black Holes, Quasars and the Universe (Boston, 1976), s. 231-232; 251-253.

[8] M. Rowan-Robinson, Cosmology (Oxford, 1977), s. 137.

[9] Principia, Motte-Cajori translation (Berkeley, 1966), Book III, s. 398

* Teorik fizik ve kozmoloji de önemli bir çıkarım yöntemi olan varsayımsal-tümdengelimsel çıkarım (Hypothetico-deductive inference) metoduna göre bir problemi çözmek için bazı önermeler varsayımsal olarak ortaya atılır daha sonra ise eldeki geçerli bilgilere dayanılarak sonuç olgularla karşılaştırılır. Mesela saatinizin çalışmadığını düşünün. Pili bitmiş, bozulmuş veya başka bir şey olmuş olabilir. Siz de saatinizin pilinin bittiğini varsayıyorsunuz. Böylece yeni bir pil takarak sorunu çözebileceğiniz hipotezini ortaya atmakla varsayımsal-tümdengelimsel çıkarım metodunu kullanmış olursunuz. (çevirmenin notu)

[10] Varsayımsal-tümdengelimsel çıkarımın mantıksal pozitivist açıklamasının yetersizliği bugün oldukça iyi bilinmektedir. Bunlar bir yandan kusurlu bir empirist anlam kuramından diğer yandan ise bilimsel kuramların zamansal boyutuna karşı duyusal eksiklikten türemişlerdir. Bkz. D. Shapere, “Notes toward a post-positivistic interpretation of science”, in The Legacy of Logical Positivism, ed. P. Achinstein and S. F. Barker (Baltimore, 1969), s. 115-160; E. McMullin, “Structural explanation”, bu dergi, 75, 1978, s. 139-147.

[11] E.R. Harrison tarafından erken evren üzerine yakın zamanda verilen bir konferansta, fizikçilerin ve mevcut filozofların oldukça farklı tepkilerini gözlemlemek ilginçti. Fizikçiler ihtiyatlı ve prensipte test edilemez olarak kabul ettikleri bir teoriye karşı oldukça düşman görünür iken filozoflar ise büyülenmişe benzemekte ve modelin meşruiyetini bir düşünce deneyi gibi görerek savunmaktaydılar.

[12] Yakınlardaki bir kozmoloji konferansının bildirilerini eleştiren biri şöyle yazmaktaydı: “Çağdaş gözlemlenebilir kozmoloji etrafında dönen tartışmaların tonu hakkında garip şeyler söz konusu. Bunlar hep birden sonuçsuz ve ilginç bir şekilde dogmatik telakki ediliyor. Görüşler, kanıtların garanti ettiğinden daha güçlü görünüyor. Bazı kozmologlar özel dünyalarda yaşıyor ve meslektaşlarına ikna edici olmaktan uzak gibi görünen kanıtlar ve argümanlar tarafından oldukça ikna edilmişe benziyorlar. Etkilerini şaşırtıcı buldukları gözlemler ise oldukça az sayıda…” L. Searle, Science, c. 199 (1978), s. 1061-1062.

[13] Mesela Bkz. 12 See, for example, P. G. Bergman, “Cosmology as a science“, Philosophical Foundations of Science, ed. R. J. Seeger and R. S. Cohen (Dordrecht, 1974), s. 181-188.

* Evrenin birliği (the unity of the universe) kavramı en genel şekliyle gerçekliği tek bir metot ile ele almayı ve açıklamayı hedefleyen felsefe kökenli bir yaklaşımdır. Bilimsel çerçevede daha önce de ele alınsa da özellikle Hawking’in “herşeyin teorisi” (the theory of everything) konseptiyle daha da popülerleşen ve gündeme gelen bu yaklaşım geniş anlamda içerdiği felsefi imalar nedeniyle kimi bilim adamı ve filozoflarca felsefe ve bilimin kesişim noktası olarak telakki edilmiştir. (Çevirenin notu).

[14] Mesela bkz.: D. W. Sciama, The Unity of the Universe (New York, 1959).

[15] Davies’in iddia ettiği gibi mesela. A.g.e., s. 192

[16] Kozmoloji bağlamında bu konunun tartışması için bkz. K. Hubner, “Ist das Universum nur eine Idee? Eine Analyse der relativistischen Kosmologie”, Allgemeine Zeitschrift für Philosophie, c. 2 (1977), s. 1-20.

[17] Bu tartışmanın özeti ve tüm tarafları destekleyen felsefi gerekçelerin özeti için bkz: Sklar, Space, Time and Spacetime (Berkeley, 1974),  3. Bölüm , özellikle s. 225-234; A. Grünbaum, “Absolute and relational theories of space and space-time”, Minnesota Studies in the Philosophy of Science, c. 8, ed. J. Earman, v.d. (Minneapolis, 1977), s- 303-373.

[18] Sonsuzluğun çatışkılarının hem felsefi hem de matematiksel yönlerinin iyi bir değerlendirmesi için bkz. “The age and size of the world”, Synthese, c. 23 (1971), s. 127-146.

[19] Bu bölümün ve sonraki bölümün teolojik imalarını şu bölümde daha ayrıntılı olarak tartıştım: How should cosmology relate to theology?”, M. Hesse and A. Peacocke (eds.), The Sciences and Theology in the Twentieth Century.

[20] Davies’in “materyal dünyanın somut özellikleri” olan uzay ve zaman görüşünü modern bilimin bir ürünü olarak iddia etmesi ironik bir durumdur. (Onun iddiasına göre) “İncildeki yaratılış tasviri” Tanrı’nın, kozmosun erken bir devrinde onu var etmeye motive olmuş ve hükmeder bir vaziyette  “önceden var olan ancak şaşırtıcı olmayan bir uzay zamanı” inşa ettiğini ileri sürmektedir. (A.g.e., s. 216-217). Ancak bu kesinlikle (Newtoncu) bir görüştür ki yaratılışın ilk Hristiyan teorisyeni olan Aquinas ile onun etkilediği orta çağ Hristiyan bilginleri bu görüşü reddetmişlerdir!

* Vico’nun döngüsü: İtalyan filozof Giambattista Vico’nun (ö.1744) tarih görüşü. Vico’ya göre her toplumu domine eden kültürel örüntüler vardır. O, “barbar dönem”, “tanrılar dönemi” ve zenginler ve oligarklar tarafından yönetilen “kahramanlar dönemi” şeklinde dairevi olan 3 farklı döngüsel zaman dilimi formüle etmiştir. Onun bu döngüsel tarih kuramında corsi e ricorsi şeklinde kavramsallaştırdığı bir durum söz konusudur. Buna göre milletler organik olarak doğar gelişir ve çürür (ölür) ki bu süreç bir önceki bir sonrakine neden olacak şekilde döngüsel olarak ilerler. Başlangıç sonun son ise başlangıcın nedenidir. (çevirmenin notu)

[21] Virginia Trimble oldukça faydalı bir incelemesinde “Cosmology: Man’s place in the Universe” American Scientist, c. 65 (1977), s. 76-86, birbirini izleyen her döngünün ayrı bir evren oluşturacağını varsaymış ve “Büyük Patlama’dan önce ne oldu?” sorusunun fizikten ziyade spekülasyonun (felsefe?) kapsamına girdiğine işaret etmiştir. Ona göre bu durum daha çok bir arabayı çelik eritme fırınına koyup daha sonra çıkan metal damlalarının Pinto’ya mı yoksa VW’gene mi ait olduğunu sormak gibi bir şeydir (s. 78). Elbette kişi onun Pinto mu yoksa Cadillac mı olduğunu sorabilir. Bir kütle-ölçümü buna yeterli bir cevabı verebilir. Büyük Patlama’dan önce bir daralma olduğunu varsayan kozmologlar, yalnızca “saf sprekülasyona” dalmakla kalmıyorlar, aynı zamanda bazı parametrelerin ya değişmez (toplam kütle?) ya da sürekli olarak izlenebilir (yarıçap?) olduğunu varsayıyorlar. Ancak Hawking, bu tür “bilgi”nin dahi tekillik aracılığıyla gelip gelemeyeceği konusunda bazı şüpheler uyandırdı. (Breakdown of predictability in gravitational collapse,” Physical Review D. c. 14 (1977), s. 2460-2473).

[22] Bu bağlamda “yaş” kavramıyla ilgili bir başka karmaşıklık, zaman ölçeği için temel olarak hizmet edecek fiziksel sürecin seçimine bağlı olarak sonlu ya da sonsuz olarak ortaya çıkabilmesidir. Böylece Büyük Patlama evrenin yaşının sayılmaya başlanacağı olay olarak alınsa bile o “yaş” yine de sonsuz olarak ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, Büyük Patlama evreninin bir başlangıcı olup olmadığına karar vermek, başlangıç ve zaman ölçümü kavramları hakkında daha fazla kesinlik gerektirir. Bkz. Misner, “Absolute Zero of Time,” Physical Review, c. 186 (1969), s. 1328-1333.

[23] Gott ve diğerleri son makalelerinde delilin “açık” model lehine olduğunu tartışmaktadırlar. Bkz. “Will the universe expand forever?”, Scientific American, c. 234 (1976), s. 62-79.

[24] Causality (Cambridge, Mass., 1959), s. 24, 240.

[25] “Methodological remarks concerning cosmology”, Monist, c. 47 (1962), s. 104-115

[26] “Black holes and thermodynamics,” Physical Review D, c. 13 (1976), s. 191-197; “The quantum mechanics of black holes,” Scientific American, c. 236 (1977), s. 34-40

[27] Bondi, durağan evren modelinin, maddenin yeni görünüşlerinin bu modelde izleyeceği istatistiksel bir yasa önererek, “yaratılış problemini” “fiziksel araştırmanın kapsamına” getirdiğini savundu (Cosmology, Cambridge, 1960, s. 140). Böyle bir yasanın olayları açıklayıp açıklamadığı kısmen kişinin Tümdengelimli-Nomolojik (bir fenomeni, belli bir yasadan veya söz konusu fenomenin içerisinde meydana geldiği koşulların nedenlerinden hareketle açıklanmasını öngören bilimsel açıklama modellerinden biri. Çevirenin notu) açıklama modeli hakkında ne düşündüğüne bağlıdır. Fakat öyle olsa bile, çözülen sorunun “yaratılış sorunu” olduğunu varsayma hakkını kesinlikle vermez.

[28] Mesela bkz. W. L. Rowe, The Cosmological Argument (Princeton, 1975) ; D. Burrill (ed.), Cosmological Arguments (New York, 1967).

[29] Astronomy and Cosmology (San Francisco, 1975), s. 684. Bunun mutlak kozmik başlangıcın reddinden çok daha öteye gittiğine dikkat edin; bu durum mutlak bir başlangıcı olmasa bile Büyük Patlama tipi bir tekilliği dışlar. Ayrıca Genel anlamda dine ve özel olarak bir “başlangıca” olan inanca karşı oldukça şiddetli bir saldırı için bkz. Onun Ten Faces of Universe’sinin (San Francisco, 1977) Birinci bölümü.

[30] Hoyle In The Faces of Universe’de sürekli olarak “inanıyorum ki” ya da “tercih ederim” gibi ifadeler kullanmaktadır. En azından Davies’in okuyucularına yeni kozmolojinin (eski dünya görüşlerinin aksine) inançlarla değil, gerçeklerle ilgilendiğine dair güvence vermesinde daha fazla bir olgunluk söz konusu. Bir evren modeli, inancı değil teleskopu gerektirir. A.g.e., s. 201.

[31] Hoyle yakın zamanda, galaktik kırmızı sıçramaları zaman içinde temel parçacıkların kütlelerinde sürekli bir artışla açıklayan, galaktik mesafelerin sabit kaldığı yeni ve dahiyane bir model önerdi. Model tüm parçacık kütlelerinin sıfırken geçmişte bir tekilliğe sahip olduğunu ileri sürmektedir. Ancak Hoyle, negatif kütlelerin bir önceki kozmik durumunun ve aynı zamanda galaksi kümelerinden bile çok daha büyük ölçekte zaman içinde homojen olan çok daha büyük bir evrenin makul bir şekilde varsayılabileceğini farzediyor. Teori tamamen endişe verici ölçüde geçerlidir. Yani mutlak bir zaman başlangıcından daha fazla endişe duymayan herkes için..

[32] Düsselford Dünya Felsefe Kongresi’ndeki (1978) panelist arkadaşlarıma, Prof. V. Wiedemann ve R. Sexl’e bu bölümde ele alınan sorunu net bir şekilde tarif ettikleri için teşekkür borçluyum.

[33] “Why is the universe isotropic?”, Astrophysical Journal, c. 180 (1973), s. 317-334.

[34] Bunun genel olarak kabul edilmediği vurgulanmalıdır. Trimble, yaşamın gelişme olasılığı açısından evrenin “hassas dengeli” bir evren olduğunu kabul etse de, galaktik oluşumun beklenebilir bir gelişme olduğu yönündeki daha önceki görüşü desteklemektedir. Madde bu (erken) aşamada tamamen pürüzsüz değildi ama topaklar halinde yoğunlaşmıştı… kümelerin nedeni, beklendik olmasına rağmen yine de iyi anlaşılmamıştır. Çünkü evren çok gençken, uzun mesafeler boyunca etkileşimlerin ve düzgünleşmenin gerçekleşmesi için henüz zaman yoktu. Ama yine de gerçekleşmiş olmalılar zira galaksileri ve kümeleri şuan gözlemliyoruz (a.g.e., s.78). Ancak buradaki mesele de zaten “gerçekleşmiş olmalı” ifadesinin açıklayıcı olup olmama gücüdür.

[35] B. Carter, “Large number coincidences and the anthropic principle in cosmology”, in Confrontation of Cosmological Theories with Observational Data, ed. M. A. Longair, Dordrecht, 1974, s. 291-298. Carter, eğer kütleçekim daha güçlü bir kuvvet olsaydı, sabit yıldızların (ve dolayısıyla gezegensel yaşamın) gelişemeyeceğine dikkatleri çekerek yerçekiminin neden bu kadar zayıf olduğunu “açıklamak” için benzer bir argüman kullanmaktadır. B. J. Carr ve M. J. Rees bu türden biz dizi bazı “antropik” durumları makalelerinde ele almaktadırlar; “The anthropic principle and the structure of the physical world”, Nature, c. 278 (1979), s. 605-612

[36] Davies, a.g.e., bölüm 7-3.

[37] Trimble, bunların “beş (veya daha yüksek) boyutlu bir gözlemin bakış açısından, aynı anda var olan beş (veya daha yüksek) boyutlu uzay içerisine gömülü olabileceklerini ileri sürmektedir.” (A.g.e., s.85)

[38] Trimble, a.g.e., s. 85-86

[39] Daha fazla açıklama için bkz. E. McMullin, “Philosophies of nature”, New Scholasticism, c. 43 (1969), s. 29-74.

[40] Bu “verili olan mit”fikri , son dönem bilim felsefesinde eleştirel tartışmanın merkezi olmuştur. Mesela bkz. W. Sellars, Science, Perception and Reality (London, 1963).

[41] Kant, the Metaphysical Foundations of Natural Science önsözü. Kantçı “saf fiziğin” güçlükleri, Eleştiri’nin Aşkın Analitiğinde olduğundan daha fazla bu çalışmada ortaya çıkıyor.

[42] David Joravsky, Soviet Marxism and Natural Science, London, 1961, ve bu makalenin incelenmesi için bkz.  E. McMullin, Natural Law Forum, c. 8 (1963), s. 149-159.

[43] See L. Graham, Science and Philosophy in the Soviet Union (New York, 1972), s. 156-188, Bunun ve aşağıdaki paragraf esasen buradaki materyalden alınmıştır. Ayrıca bkz. Lobkowicz, “Materialism and matter in Marxism-Leninism,” The Concept of Matter in Modern Philosophy, ed. E. McMullin (Notre Dame, 1978), s. 154-188.